Bu Blogda Ara

9 Kasım 2007 Cuma

Arkadaslar Dikkat!!! Burasi Diyarbakirin Lice ilcesi.


Arkadaslar Dikkat!!! Burasi Diyarbakir'in Lice ilcesi.
Yorumsuz olarak sunarim. Soze gerek yok.


Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

Our New Map

Yeni Haritamizi , saygilarimizla hizmetinize sunariz.


Not:Nahcivan'i ben orada Yeni haritamizin icinde gosterdim ki, bilesiniz Ermeniler oraya da el uzatmasinlar ve aradaki Yakin Kardes Devlet mesafesini uzatmayim hep bir yurek olalim diye. Yoksa Ben de biliyorum orasi arada kalmis ozerk statude bir bolgedir bundan da dolayi orasini bizim yeni haritamizda gosterdim gardasim.

Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

26 Şubat 2007 Pazartesi

Hocalı Katliamının 15. Yıl Dönümü




Hocalı Katliamının 15. Yıl Dönümü


26 Şubat günü Türk Dünyası ve Azerbaycan için en acılı günlerden biri olmanın yanısıra aynı zamanda insanlık tarihi için de kelimenin tam anlamıyla siyah bir sayfadır. Bundan 15 yıl önce, yani 26 Şubat 1992'de
Azerbaycan'ın Hocalı kentinde sivil halka karşı Ermeniler tam anlamıyla bir katliam yapmışlardır.
Bugün sözde soykırım iddialarıyla Türkiye'yi suçlayan Ermenistan'ın Devlet Başkanı Robert Koçaryan'ın direktifleri doğrultusunda Ermeniler Azerbaycan'ın Karabağ bölgesinde 7 bin kişilik nüfusa sahip ve coğrafi konumu itibariyle bölge için stratejik önemi olan Hocalı kentini ele geçirmek için 25 Şubat gecesi katliam gayesiyle harekete geçmiştir.
Hocalı'nın işgali sonucu sivil, eli silahsız, Azerbaycan Türkleri çocuk, kadın, ihtiyar ve genç ayrımı yapılmadan Ermeniler tarafından katledilmiştir. Resmi verilere göre, o gece 613 kişi hunharca katledilmiş; bunlardan 83 çocuk, 106 bayan acımasız yöntemlerle işkence yapılarak öldürülmüştür. Ayrıca, 487 kişi ağır yaralanmış ve 1275 kişi ise rehin alınmış, geri kalan nüfus da bin bir zorlukla caninin kurtarmıştır. 26 çocuk tamamen ve 130 çocuk ise kısmen öksüz kalmıştır. Ermeniler şehitleri özel acımasızlıkla, gözlerini oyularak, kafataslarının derisini soyarak ve vücutlarının farklı organlarını keserek öldürmüştür. Küçücük çocukların gözleri oyulmuş, hamile kadınların karınları yırtılmış ve insanlarımız diri diri toprağa gömülmüştür. Hatta şehitlerin bir çoğunun cesetleri yakılmıştır.


Ulu Tanrı! Keç babalarımızın günahından!Keç babalarımızın, atalarımızın günahından. Çöreyini öz ağzından kesib yağılara çörek vermiş, torpağından kesib düşmene torpaq vermiş, onu kirve eleyib süfresinin başında oturtmuş beynelmilel, kommunist, kosmopolit atalarımızı bağışla!..Ulu Tanrı! Yad qadınların hiyleger işvesinden xumarlanıb qanımızı qanına qatmış kişilerimize göre bizi imtahana çekme! Düşmen gizlince qılıncını itileyerken mürgü vurmuş xalqımızın başbilenlerinin günahını, yükünü bu gün biz çiynimize götürmüşük, İlahi! Gelecek nesillerin, neve-neticelerimizin emin-amanlığı üçün bu gün biz qan axıdırıq. Onları yaşatmaq üçün biz ölürük...İlahi, keç babalarımızın, atalarımızın günahından. Bugünkü neve-neticelerin qanlarının axıdılmasında teqsiri olmuş, aldanmış babalarımızın, atalarımızın sehvlerini biz bağışlayırıq, sen de bağışla, Ulu Tanrı!... Bu xalqı unutqanlığı üçün efv et, ona düşmene qarşı qezeb, kin ver!Ulu Tanrı!... Bizi imtahana çekmeyin bes deyilmi?! Meger ağlımız başımıza gelmeyibmi?!..”



Netice olarak aynı Tarih tekerrür ettirilmiştir. Bi r önceki tarih tekerrür etmeden önce ÇUKUROVA Ermeni OYUNLARI ve Ayaklanmaları tertiplenmiş ve tıpatıp benzer olaylar vukuu bulmuştur ki bu olayların ardından aynı Azerbaycan'da olduğu gibi Ayaklanmalar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu yıkılma eşşiğindeyken Ermeni Komitacılarına ve onların Ağababalarına ile Akil hocaları Kuva-i Milliye daha oluşmadan bölgesel çapta örgütlenmelere gidilerek ki bunların başını Yörük Türkleri çekmektedir hiçbir karşılık gözetmeksizin farkında olmadan yeni bir ülkenin doğuşunun ilk ayağını yada basamağını yada direğini oluşturmuşlardır ve örgütlenmişlerdir ama bunun yanında çok değerli vatan topraklarımızı Bugün kü Türkiyemizin dışarısında bırakmak zorunda kalmışızdır.

Atalarımızın ve Şehitlerimizin Ruhları Şad olsun kabirleri nurla dolsun, TANRI TÜRK'Ü KORUSUN!!!

AMİN.

Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

18 Şubat 2007 Pazar

İNTİKAM TARİHİ !!!


İNTİKAM TARİHİ!

CHP’li Karademir, Turizm Bakanı Koç’a sordu: Akdamar Ermeni Kilisesi’nin açılış tarihinin 24 Nisan olarak belirlenmesi tesadüf mü?

Soru önergesi verdi

Ermenİler’in, 24 Nisan’ı sözde soykırımı “anma günü” olarak belirlediğini hatırlatan CHP İzmir Milletvekili Erdal Karademir, restorasyonu biten Akdamar Kilise’sinin açılış tarihinin de aynı güne denk getirilmesini Meclis’e taşıdı.

Birisi tavsiye etmiştir
Karademİr, Kültür Bakanı Atilla Koç’a, “24 Nisan’ın belirlenmesinde başka ülkelerin size bir tavsiyesi oldu mu?” diye sordu. Bu arada, kilisenin restorasyon işini üstlenen firmanın sahibi Cahit Zeydanlı ise, çalışmaların tamamlandığını açıkladı.

Zeydanlı, “Tutanak tutuldu, geçici kabul resmen yapıldı. Kiliseyi bugün bile açabilirler” dedi. Öte yandan, Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan’ın da açılış tarihinin 24 Nisan’a denk getirilmesinden çok rahatsız olduğu bildirildi.

Türkiye Ermeni Patriği Mutafyan, restorasyon sırasında sık sık Van’a gidip firma sahibi Cahit Zeydanlı’dan bilgi almıştı.

Akdamar Ermeni Kilisesi’nin açılış tarihini Meclis gündemine taşıyan CHP’li Karademir, sözde soykırımı “anma günü” olan 24 Nisan’ın seçilmesinin tesadüf olup olmadığını sordu

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, restorasyon çalışmaları biten Van Akdamar Ermeni Kilisesi’nin, 24 Nisan tarihinde açılacağını açıklaması tartışmalara neden oldu. Konuyu Meclis gündemine taşıyan CHP İzmir Milletvekili Erdal Karademir, Bakan Koç’un cevaplaması istemiyle Meclis Başkanlığı’na verdiği soru önergesinde şu soruyu sordu: “Kültürel zenginlik ve kültürel varlık olarak gördüğümüz Ermeni Kilisesi’nin açılış tarihinin 24 Nisan olarak belirlenmesi AKP hükümetinin politikasının bir sonucu mudur, yoksa bir tesadüf müdür?”

Kaynağını açıklayın
24 Nisan tarihinin, Ermeniler tarafından sözde soykırımı “anma günü” olarak belirlendiğini ve her yıl bu tarihte dünyanın her tarafında etkinlikler yapıldığını hatırlatan Karademir, kilisenin açılış tarihinin belirlenmesinde başka ülkelerin tavsiyesinin olup olmadığını sorusunu da yöneltti. Önergede “Olmuş ise, bu ülkeler hangileridir” sorusu da yer aldı. Bakan Koç’a, “Ermeni Kilisenin restorasyonuna ilişkin olarak Ermenistan Devleti ile görüşmelerde bulunulmuş ve yardım alınmış mıdır? Görüşmelerde bulunulmuş ise, bu ilişki hangi düzeyde gerçekleşmiştir?” sorusunu da yönelten Erdal Karademir, kilisenin restorasyonu için ayrılan kaynağın nasıl ve nereden karşılandığının da açıklanmasını istedi.

Bugün bile açılabilirBu arada, Kilisenin restorasyon işini üstlenen firmanın sahibi Cahit Zeydanlı ise çalışmaların tamamlandığını açıkladı. Cahit Zeydanlı, “Tutanak tutuldu, geçici kabul resmen yapıldı. Bizim işimiz bitti. İsterseler kiliseyi bugün bile açabilirler” dedi. Öte yandan, Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan’ın da açılış tarihinin 24 Nisan’a denk getirilmesinden çok rahatsız olduğu bildirildi.Türkiye Ermeni Patriği Mutafyan restorasyonu yakından takip etmişti.


NOT: ALINTIDIR.


Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

ATATÜRK HAKKINDA AŞAĞIDAKİLERDEN HANGİSİNİ BİLİYORSUNUZ ?


ATATÜRK HAKKINDA AŞAĞIDAKİLERDEN HANGİSİNİ BİLİYORSUNUZ

* Atatürk'ün dünyada 'başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu (41 Kişi - %50,00)

* Bir geometri kitabı yazdığını. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin

(Türkçe) isim babasını bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal olduğunu (31 Kişi - %37,80)

* Bir röportajda "Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?" diye sorulur,

Atatürk:"Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmyiz üye olmak için. Davet

gelirse düşünürüz." BM yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke biz oluruz. (25 Kişi -

%30,49)

* Yıl 1938, General McArthur'un en zor, en önemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve

yanında duran yüz yirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der: "Şu anda hiçbirinizi

değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" ( 21 Kişi - %25,61)

* Yıl 2000, ABD Başkanı'nın milenyum mesajından bir alıntı: "Bugün milenyumun hiç şüphe

yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri

olabilmeyi başarmış tek liderdir." ( 20 Kişi - %24,39)

* Yıl 1938, Ata'nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiir'den alıntı: "Allah bir

ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider

getirir." (18 Kişi - %21,95)

* Norveççe'de 'Atatürk gibi olmak' diye bir deyim olduğunu ( 16 Kişi - %19,51)

* Kurtuluş Savaşı'nda rütbe alan birçok kadun askerlerimiz var. Ama dünya tarihine geçen tek

bir üsteğmenimiz var; 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reisliğine bizzat Atatürk

tarafından atanmış Üsteğmen Kara Fatma (15 Kişi - %18,29)

* 'Atatürk Çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor

Kirk Landon'ın koyduğu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını ( 15 Kişi -

%18,29)

* Yunan başkomutanı Trikopis'in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet Bayramında

Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk'ün resminin önüne geçtiğini ve saygı

duruşunda bulunduğunu ( 15 Kişi - %18,29)

* 'Mimber' adında bir gazete çıkarttığını ve 52 sayı yayımlanan gazetede ilk defa sansür

kelimesi geçtiğini ( 13 Kişi - %15,85)

* Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı vasiyetinde mezar taşına yazılmasını istediği metni

bırakmıştır. Diyor ki: "Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk'ü

anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm." ( 13 Kişi - %15,85)

* Yıl 2005, Amerika'nın en ünlü ekonomistlerden birisi olan Mr.Johns'un önerisi " Türkiye

ekonomiyle savaşta bir terk Atatürk'ü örnek alsın yeter." ( 12 Kişi - %14,63)


"Milletimi şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve hareketlerimle aldatmamış olmakla gurur

duyuyorum."

M.Kemal ATATÜRK

NOT: Araştırmacı Yazar İlknur Güntürkün Kalıpçı'nın 'İçimizden Biri Atatürk' adlı yazısından alıntıdır.

Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

"YAŞAR KEMAL DİYOR Kİ: BÖLÜCÜ DEĞİL AYDIN İNSANLAR VAR."



"YAŞAR KEMAL DİYOR Kİ: BÖLÜCÜ DEĞİL AYDIN İNSANLAR VAR."

’Bölücünün adını aydın koyduk’ deseydi Yazar Yaşar Kemal’in "Türkiye Barışını Arıyor" toplantısında dile getirdiği "gerillanın adını terörist koyduk" şeklindeki sözlerine tepki geldi.
Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Erdem Akyüz, Yaşar Kemal’i Nobel Ödüllü Orhan Pamuk’a benzeterek, "Yaşar Kemal’in hakkını yemişler. Zira o da Orhan Pamuk’a benzer sözler söylüyor ama hálá Nobel vermediler" dedi. Akyüz, "Bu zatı muhterem, toplantıda ’Gerillanın adını terörist koyduk’ demiş. Aslında ’Bölücünün adını aydın koyduk’ demesi gerekirdi. Türk halkı, kimin ne aradığını iyi biliyor. Arayan bulacaktır" dedi. Erdem Akyüz, iki gündür Ankara’da yapılan toplantı için "Bir takım vasıfları ile tanınan, bir kısım aydınlar ’lüks otel lobilerinde kaybettikleri barışı’ arıyorlar" tanımlaması yaparak, sözlerini şöyle sürdürdü: "Güneydoğu’da, Mehmetçik -30 derecede sınır beklerken, bu kişiler Ankara’da sıcak otel salonlarında, Mehmetçiğin adını hiç ağızlarına almıyorlar. Mehmetçik sınırda bir bardak sıcak çay ararken; bunlar salonda barış, lobide viski arıyorlar. Lolita dedikleri kızlarla evleniyorlar yada evleniyorlar. Meshepleri okadar geniş ki kendi grup , mezhep, örgüt, toplum yada aydınlar arası kız alış verişleri serbest ki şuandaki hükümetle çok örtüşüyorlar hem konuşmaları hem de davranışları haydi hayırlısı gelecekte bir gün gelecek ama onlar bakalım o geleceği görebilecekler mi mechul Allah'a ediyoruz artık saygılarımla."


BY_FEi


Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

BİR NAZİ SUBAYININ ANILARINDAN "ÜÇ RENKLİ BAYRAK KÜRTLERE HEDİYEMDİR"



BİR NAZİ SUBAYININ ANILARINDAN "ÜÇ RENKLİ BAYRAK KÜRTLERE HEDİYEMDİR"

KIRMIZI ve YEŞİL renkler, BEYAZ renk ile birlikte, Türk tarihinin derinliklerinden süzülerek gelmiş ve Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar hükümranlık renkleri olarak kullanılmıştır. Kıyafetlerde ve sembollerde ise, bu üç renk bütün Türkiye'de bugün de çok yaygın olarak kullanılmaktadır.

Durum böyle iken, son yıllarda sarı, kırmızı ve yeşil üçlüsünün ülkemizde bölücülük simgesi olarak kullanıldığı hayretle görülmüştür.

Tabiî, söz konusu üç rengin Türkiye'de bölücü bir terör örgütü tarafından bölücülüğün simgesi olarak takdim edilmiş olması, terör örgütünün bu renkleri nasıl bir araya getirdiği, neden bu renkleri benimsediği, nasıl benimsediği ve terörist bölücü çevrelerde bu renklerin ne zamandan beri kullanılmaya başladığına dair, zihinlerde birtakım soruların oluşmasına da
neden olmuştur.

Elbette bizim zihnimiz de bu sorular ile meşguldü. Derken, günün birinde, belki de yayınlayanlarının bile yaptıkları işin pek farkına varmadan yayınladıkları, bir NAZİ Subayı'na ait anılar, bizim zihnimizdeki soruların cevaplarını ortaya koyuverdi.

Söz konusu anılar, Yeni Ufuk Gazetesi'nin 18 ve 19 Haziran 1997 tarihli nüshalarında, "Kuzey Irak'ta Bir Nazi: Hitler'in Petrol İçin, Kürt Devleti Pazarlığı" ve "Almanların Bitmeyen Kürt İlgisi" başlıklarıyla yayınlandı. Anılar, Godfried Johannes Müller adlı bir Nazi subayına aitti.

Anıların ele aldığı konu kısaca söyledir:

22 Haziran 1941'de Almanya, üçbuçuk milyon askerle Sovyetler Birliği'ne saldırdığında, Hitler ordularının hayatî ihtiyacı olan petrol, bu ülke topraklarından sağlanmaya başlanmıştır. Çünkü, daha önce ele geçirilmiş olan Romanya'daki petrol yatakları ile Almanya'daki kömür madenleri, Hitler Almanyası için hem verimsiz hem de yetersizdir.

Öte yandan, Alman orduları kısa bir süre sonra Sovyet topraklarından çekilmek mecburiyetinde kalınca, petrol sıkıntısı daha ileri boyutlarda hissedilmeye başlar. Bu sırada, istihbarat subayı Godfried Johannes Müller ve arkadaşları, Almanya'nın yeni petrol kaynakları bulması gerektiği inancıyla kafa yormaktadırlar. Akıllarına, Şeyh Mahmud Berzencî ve Molla Mustafa Barzanî'nin Kuzey Irak'ta İngilizler'e karşı ayaklanma istekleri gelir (o sırada Irak İngiliz yönetimi altındaydı) ve Kuzey Irak'a dikkatlerini çevirirler. Bu, İngilizlerin kontrolündeki zengin petrol kaynaklarına, yani Kerkük ve Musul petrollerine yönelmek demektir.

Müller, düşüncelerini bir raporla Adolf Hitler'e aktarmak imkânı bulur.

Raporunda, Kuzey Irak'ı ve burada yaşayan aşiretleri iyi tanıdığını ve izin verilmesi durumunda bölgeye giderek burada, İngilizler'e karşı bir Kürt ayaklanmasını örgütleyebileceğini bildirir.

Müller, Kürtler'in İngilizler'e düşman olduğunu; burada başlayacak bir ayaklanma ile hem petrol kaynaklarına sahip olunabileceğini hem de ayaklanmanın İran'daki Kürt bölgesine sıçraması durumunda, Alman ordusunun Kafkaslardan, Sovyetler'e karşı ikinci bir cephe açma şansı bulacağını belirtir. Ayaklanma sırasında elverişli bir yere havaalanı inşa edilebileceği ve Alman paraşütçülerinin bu sayede bölgeye daha rahat ulaşabileceği de raporda yer alıyordu.

Hitler, Müller'in raporunu okuyunca keyiflenir ve "ivedi" kaydıyla raporu Genelkurmay Başkanı Wilhelm Kietel'e havale eder. Kietel de plânın derhal uygulamaya geçirilmesini emreder.

Müller vakit geçirmeden Kuzey Irak'a havadan inecek ekibi oluşturmaya ve gerekli malzemeyi derlemeye başlar. O, grubunu Arapça, Farsça ve Kürtçeyi iyi bilenlerden oluşturmak istemektedir.

Nitekim, grubun üyelerinden biri olan Hofman, Orta Doğu uzmanı idi ve Tahran'da da üniversite hocalığı yapmıştı.

Bir diğeri, Orta Doğu'yu çok iyi bilen Konechin adında Polonya kökenli bir subaydı.

Ama bu ekibin, söz konusu harekât için bir Kürd'e de ihtiyacı vardı. Kuzey Irak'ı ve Kürt aşiretlerini iyi bilen, bölgede
düşmanlıkları olmayan biri seçilmeliydi. Sonunda, aranan vasıflarda biri bulunur. Bu zat, Nafi Remzi Reşid'dir.
Reşid, Kuzey Irak'ın büyük aşiretlerinden birine mensuptur, Amerika Birleşik Devletleri'nde öğrenim görmüştür.

Müller, Nafi Remzi Reşid ile İstanbul'da tanışır. Bu yıllar Alman casuslarının Türkiye'de cirit attıkları yıllardır. O, plânının Remzi tarafından bilinmesinde sakınca olmayan yanlarını ona heyecanla anlatır.

Sonunda ikisi, Kuzey Irak petrolüne karşılık o bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmak şartıyla anlaşırlar. Buna göre Kuzey Irak Kürtleri Almanlara petrol verecek, bunun karşılığında da, İngilizler bölgeden kovulunca burada bir Kürt devleti kurulacaktı.

Bundan sonra Müller ve ekibi Almanya'nın dağlık bölgelerinde eğitime başlarlar. Hazırlıklar bitince de o sırada Almanların işgalinde bulunan Kırım'a gidip buradan bir uçak ile Kuzey Irak'a geçerek paraşütle Hakurk vadisine ineceklerdir.

1943 yılı Haziran ayında bir gece vakti, Kürt giysileri giyen ve sahte Irak kimlikleri taşıyan Almanlar, Remzi ile birlikte Karadeniz semalarından geçip Kuzey Irak'a ulaşırlar. Hemen Remzi'nin ailesinin ve aşiretinin bulunduğu Erbil şehrine gitmeye karar verirler.

İngiliz devriyelerinin kontrolündeki yerlerden geçerek Erbil yakınlarındaki Kasr-ı Atevlaha bölgesine ulaşmayı başarırlar. Burası Remzi'nin aşiretinin kontrolü altındadır. Ne var ki, aşiretin önde gelenleri Almanlara yardım etmeyeceklerini söylerler. Çünkü, İngiliz istihbarat birimleri harekâttan, daha başlamadan önce haberdar olmuşlardır ve Almanları Erbil civarında aramaktadırlar. Artık yapılabilecek fazla bir şey kalmamıştır. Bu defa Kuzey Irak'tan kaçış plânları yapmaya
başlarlar.

Ancak, başlarına konan 1000 dinar ödülü almak isteyen bir Kürt tarafından ihbar edilerek yakalanırlar, tutuklanırlar. Önce Bağdad'a, oradan da Mısır'a götürülerek sorgulanırlar. Ağır işkenceler gören Remzi aklını yitirir. Müller'in esareti ise 1947'de sona erer ve Almanya'ya döner. Kendi ülkesinde de bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılır. Müller,
tutuklu kaldığı sırada bir İngiliz subayından, Londra'nın bu operasyonu, harekete geçmelerinden iki hafta önce haber aldığını öğrenir. Müller'e göre Kırım'dan bindikleri uçağın pilotu da İngiliz ajanıydı.

Yukarıda özet olarak anlattığımız olaylar zinciri içerisinde, konumuz olan "üç renkli bayrak" olayına gelince, bununla ilgili ayrıntıyı, maceracılıktan Nazi istihbarat subaylığına geçmiş olan Godfried Johannes Müller'in ağzından dinleyelim:

"O sırada Molla Mustafa Barzanî ve Şeyh Mahmud Berzencî'nin İngilizlere karşı ayaklanma düşünceleri vardı. Bunlar ayaklandıktan sonra biz de petrolleri Alman ordusuna gönderebilecektik. Ayaklanma başladıktan sonra, Alman ordusu Kürtlere yardım edecekti. Orada bir havaalanı yapılacaktı. Buraya gelen paraşüt birliği ile Bakü önlerindeki Alman ordusu daha da
güçlendirilecekti. Böylece hem Kuzey Irak petrollerine hem de Bakü petrollerine daha rahat ulaşacaktık".

Kendisine,

"Remzi ile birbirinize ihanet etmeme konusunda yemin ettiğinizi anlattınız. Siz, Alman bayrağı üzerine, Remzi de Kürt bayrağı üzerine yemin etmiş. Kürt bayrağının öyküsünü anlatır mısınız?"

şeklindeki bir soru üzerine ise Müller, anılan bayrak ve renkler hakkında şunları
söylemektedir:

"Berlin'den hareket etmeden önce ilk eşime, Kürtlerin bir sembole ihtiyacı olduğunu söyledim. Operasyondan önce Remzi ile, birbirimize ihanet etmeyeceğimize ve hep sadık kalacağımıza dair yemin ediyorduk. Ben, Alman bayrağına el basarak yemin ettim. Remzi'nin ise el basacak bir bayrağı yoktu. Bu sırada aklımıza geldi. En güzel renkler kırmızı, yeşil ve beyazdı
bana göre. Kürt bayrağındaki renkler Kürtlere yakışır renkler olmalıydı. Bayraktaki kırmızı, yeşil ve beyaz renkleri bu düşünceden yola çıkarak koydum... Remzi ile birlikte şekillendirdik bu bayrağı. Bayrak benim Kürtlere en büyük hediyemdir. Uçaktan atlarken yanımızda bu bayraklar da vardı. Sonra onları buldular. Ama güzel olan, unutulmadı. Başkaları da
kullandı".

Evet, Nazi istihbarat subayı Godfried Johannes Müller'in Kuzey Irak macerası dolayısıyla Kürt bayrağı konusunda söyledikleri kısaca bunlardır.

Şimdi, bu macerayı öğrendikten ve Müller'in bayrak ve renkler hakkında söylediklerini dinledikten sonra, aşağıdaki hususlara da mutlaka işaret etmeliyim.

a - Görüldüğü gibi Almanya'nın Kuzey Irak'la daha doğrusu Kürtlerle ilgisi, aslında bölgenin petrol zenginliğine olan bir ilgidir. Ekonomik ve buna bağlı siyasal çıkar hesapları sonucu ortaya çıkan bir ilgidir. Hiç süphe edilmemelidir ki bugün de başta Almanların bölücü terör örgütünün kendi ülkesindeki teşkilâtları olmak üzere, ülkemizdeki bölücü hareketlerle
ilgilenmesinin altında yatan gerçek de aynı gerçektir. Yani, adam Kuzey Irak petrolüne, o arada Bakü petrolüne göz dikecek ve bunlardan öyle veya böyle çıkar elde etmek için bölge insanları üzerinde oyunlar oynayacak.

Aslında Almanların II. Dünya Savaşı yılları ile sınırlı kalmayıp, günümüzde de sergilenmekte olan bu tip oyunları, bölgede ekonomik ve siyasal çıkar peşinde olan bütün dış güçlerin gizli veya açık politikalarının ana etkenini oluşturmaktadır. Ülkemizde yıllardır kan dökmekte olan bölücü terörü öyle veya böyle, açık veya kapalı kışkırtıp, besleyenler de işte bu
mihraklardır.

b - Nazi subayı Müller acaba gerçekten kırmızı, yeşil ve beyaz renkler üçlüsünden oluşan bir Kürt bayrağını, söylediği gibi kendiliğinden mi düşünmüştür, yoksa; yukarıdan beri kaynaklara dayanarak açıkça ortaya koyduğumuz üzere, tarihî Türk geleneğindeki beyaz, kırmızı, yeşil (ve sarı) tercihinden mi herhangi bir şekilde etkilenmiş veya esinlenmiştir? Çünkü,
Birinci Dünya Savaşı başta olmak üzere Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki sıkı ilişkiler ve işbirlikleri, söz konusu yeşil, kırmızı ve beyaz renkler üçlüsünün alınarak "Kürt bayrağı" adı altında bir araya getirilmiş olmasında, Osmanlılardan esinlenilmiş olması ihtimali çok kuvvetlidir.

c - Görüldüğü gibi Müller'in hazırladığı ilk Kürt bayrağı kırmızı, yeşil ve beyaz renklerden olmuşmakta olup, meydana getiriliş yılı da 1943'tür. Demek ki bu tarihe kadar Kuzey Irak'ta da dünyanın başka herhangi bir yerinde de bir Kürt bayrağı olmamıştır. Değilse Müller'in Remzi için bir bayrak uydurması söz konusu bile olmayacaktı.

d - Daha sonraları, muhtemelen yine Müller gibi birileri, bu bayrağın renklerinden yeşil ve kırmızının yanına, beyazı değil sarıyı alarak bir bayrak biçimine getirmişler ve bölücü terör örgütünün eline tutuşturuvermişlerdir. Terör örgütü de, benimsediği Marksist ideolojinin sembolü olan orak-çekiç ile veya kızıl yıldız ile bu renkleri kullanarak ülkemizde bir bölücülük simgesi gibi ortaya çıkarmıştır. Bu tip bir bölücülük simgesinin ortaya çıkışı ise 1943'ten epeyce sonra ve ancak
1970'li yıllardır. Yani, sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluşan bir bayrağı hükümranlık bayrağı ve devlet başkanlığı forsu olarak kullanan Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından yaklaşık 50 yıl sonra.

e - Hatta daha sonraları, Kuzey Irak'taki bazı Kürt grupları da, muhtemelen bölücü terör örgütünün etkisinde kalarak, bayraklarını sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluşacak tarzda düzenlemişlerdir. Bunlar, bu üç rengi enlemesine üç geniş şerit halinde yan yana getirdikten sonra, ortada bulunan sarı şeridin tam ortasına bir de beyaz güneş şekli koymak suretiyle, dört renkli yeni bir şekil meydana getirmişlerdir. Böylece bir anlamda Nazi subayı Müller'in bayrağı ile bölücü terör örgütünün bayrağı, tek bir şekilde birleştirilmiştir.

f - Görüldüğü gibi bu oluşumların hepsi, nihayet kırk-elli yıllık bir geçmişin oluşumlarıdır. Yani, Türk tarihinin başlangıcından beri millî semboller olarak ve daima millî birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak kullanılmış olan sarı, kırmızı ve yeşil renkler, bir bölücü terör örgütünün elinde, bölcülüğe alet edilmek istenmiştir.

g - İşin bir başka yanına gelince, maalesef Türk halkı, sarı, kırmızı ve yeşil renklerin bizim tarihimizde oynadığı rolü tamamen unutmuştu. Oysa, söz konusu renklerin Türk tarihindeki anlam ve öneminin, hiç değilse eğitim ve kültür programlarımız aracılığıyla unutturulmaması gerekirdi. Ama, maalesef bunları unutmuş olan halkımız, söz konusu renklerden oluşan böyle bir
bayrağı görünce, bunu bölücülüğün bir simgesi gibi öğrendi ve her yerde ona göre tavır almaya veya tepki göstermeye başladı. Hatta, başta tarihî mehter takımımızın renkleri olmak üzere, pek çok yerde bu üç rengi yan yana getirmemeye veya birlikte kullanmamaya özen gösterir oldu.

Halbuki bu tavır fevkalâde yanlıştır.

Sarı, kırmızı ve yeşil renkler, gerek ayrı ayrı, gerekse ve özellikle üçü bir arada, bizim tarihimiz boyunca millî anlamlara sembol yaptığımız renklerdir. Anadolu halkının pek çoğunun millî giysilerinde bugün de üçünü bir arada kullanmaya düşkün olduğu renklerdir.

Bunları günümüzde de gelecekte de en geniş biçimde ve her yerde kullanmaya devam etmemiz gerekmektedir. Aksi bir tutum, bölücülerin amaçlarına göre hareket etmek olacaktır. O bakımdan, Osmanlı Devleti'nde devlet başkanlığı bandosu demek olan ve o yüzden devlet başkanlığı renkleri olan sarı, kırmızı ve yeşil renkli kıyafetlerden oluşan tarihî Mehter Takımlarında başta olmak üzere, gerek tarihî filmlerde gerekse tarihî ve kültürel geleneklerimizin gerektirdiği her yerde mutlaka kullanılmalıdır.

Böylece, bu renklerin bölücülüğün değil, tam aksine millî birlik ve beraberliğin renkleri olduğu önem ve özenle vurgulanmalıdır.

Burada, şuna da önemle işaret etmeliyim ki, biz toplum olarak bir zamanlar, millî bayramlarımızdan olan Nevruz'u unutulmaya terkettik. Derken birileri bunu alıp Kürt bayramı diye takdim etmeye ve Nevruz'u bölücülüğe alet etmeye kalkıştılar. Tıpkı onun gibi, sarı, kırmızı ve yeşilin tarih boyunca bizde hükümdarlık renkleri olduğunu da unuttuk. Yine hemen birileri bunları alıp, bunlardan sözde bayraklar yaparak bölücülük simgesi yapmaya kalktı.

Bu iki olay bize, millî kültür geleneklerini, yani kültürel geçmişinin bir takım değerlerini unutmuş veya ihmal etmiş olan toplumların bu yüzden ne gibi acılar ve sıkıntılar yaşayabileceğini yaşayarak göstermiştir. Dileğim, bundan yeterli dersi çıkarmamızdır. Şüphe yok ki, bu değerlere en geniş şekilde yeniden sahip çıkmamız, bölücülerin heveslerini kursaklarında
bırakacak ve millî birlik ve beraberliğimizin pekiştirilmesine büyük katkılar sağlayacaktır.

Prof. Dr. Reşat GENÇ

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Eski Başkanı


NOT: ALINTIDIR

Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

Tevrattaki Vaad Edilmiş Toprakları Elde Etme Yolları Ve Uşakları




Tevrattaki Vaad Edilmiş Toprakları Elde Etme Yolları Ve Uşakları


Büyük Kürdistan= Büyük Ermenistan= Büyük İsrail Devleti


Barzani Aşireti İngiliz casusudur, Aynı Zamanda Dönme Yahudilerdir. ABD'de çok gizli bağlantı ve Ticaret İlişkileride vardır.Türkiye ile ilgili olan En Önemli Yanı Nakşibendi Tarikatının Neresinden Bağlantıları veya Bağları Vardır.Türkiyedeki Destekçileri Kimlerdir?"

Araştırmacı-tarihçi Cezmi Yurtsever, Barzaniler'in Osmanlı Dönemi'nden bugüne kadar İngiliz casusu olarak çalıştıklarını belgeledi. İşte araştırmadan çarpıcı başlıklar: Kuzey Irak'ta yaşayan Barzaniler'in, Osmanlı Dönemi'nden bugüne kadar İngiliz casusu olarak çalıştıkları belgelendi. Adanalı tarihçi Cezmi Yurtsever, Osmanlı Arşivleri'nden elde ettiği bilgilere dayanarak yaptığı açıklamada, Barzani Aşireti'nin geçmişte eşkıyalık yaptıkları için "Başıbozuk" olarak adlandırıldıklarını, padişah Abdülhamit'in Musul-Kerkük'teki petrol yataklarından faydalanmaya çalışan yabancıları uzaklaştırmaya çalışması üzerine de maaş karşılığı İngilizler menfaatine bölgede isyanlar çıkardıklarını söyledi.

Osmanlı Arşiv Daire Başkanlığı tarafından Musul-Kerkük yöresiyle ilgili seçilerek 1993 yılında yayınlanan 96 adet belgede, bölgenin Türk yönetiminden nasıl koparıldığı hakkında geniş bilgiler bulunduğuna işaret eden Yurtsever, "Osmanlı arşivindeki çok sayıda belgede, Barzani Aşireti'nin petrol yataklarını devletleştiren Abdülhamit yönetimine karşı aşiret isyanlarını yönettikleri ve para karşılığı casusluk yaptıkları açık açık ortaya koyuluyor" dedi. 6 Şubat 1889 tarihinde Padişah Abdülhamit'in emriyle Kerkük yakınlarında bulunan çok zengin maden ve petrol yataklarının devletleştirilmesine yönelik hazırlanan yasa çıkarıldığını, 1910 yılında da İngiltere'nin Musul Konsolosu Vibliki'nin izinsiz olarak Kerkük'ten Süleymaniye'ye geçerek, dağlık bölgedeki Barzani aşiret şeyhleriyle görüştüğü ve isyanları kışkırttığının da belgelerde yer aldığını ifade eden Yurtsever, "Barzani şeyhi Abdüsselam'ın üzerine asker sevk edildiğinde elde edilen mektuplarda, İngilizler'den yardım aldığı da ortaya çıkmıştır. Van Valisi Haydar Bey'in 2 Ağustos 1919 tarihinde İstanbul'a çektiği şifreli telgrafta da İngilizler'in Kuzey Irak bölgesini doğrudan işgal ettiği, Barzani şeyhi Mahmut'a destek verdikleri, Erbil ve Revanduz aşiret reislerine de ayda 170'şer Ruble maaş dağıttıkları yazılmıştır" diye konuştu. Kuzey Irak'ta 100 yıl önce İngiliz desteğiyle isyan çıkaran Barzani Aşireti'nin bugün de aynı destekle benzer işler yaptıklarını söyleyen Yurtsever, "İngiliz ve Amerikalılar'ın bütün amacı, Kuzey Irak Kürtleri'ni petrol ve gaz yataklarına bekçilik yaptırmaktır. Irak probleminin arkasında bu tarihi gerçek vardır. Irak'ta yaşananlar, Kürt milletinin tarihsel amaçlarına uygun süreçle sonuçlanmayacak, orada bekçilik yapacaklardır" dedi.

NOT: Alıntıdır(Açık İstihbarat)
Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

25 Ocak 2007 Perşembe

PATRIKHANE FITNESI VE "PONTUS RUM DEVLETI HAYALI"



PATRIKHANE FITNESI VE "PONTUS RUM DEVLETI HAYALI"


Ilk, orta, lise ve hatta Harp Okulu'nda, Hukuk Fakültesi'nde okutulan Tarih kitaplarinda Birinci Dünya Savasi'nin sebebi olarak Sirp Prensi'nin katili, Alman-Ingiliz rekabeti olarak gösteriliyordu. ABD Texas El Paso'da ABD Kuvvetleri Hava Savunma ve Füze Okulu'nda iken tatil günlerimi El Paso Kütüphanesi'nde geçirirdim ve bazi notlar çikarmisim. Geçenlerde arsivimi düzenlerken bu notlardan biri elime geçti: "Birinci Dünya Savasi, Bati medeniyetine yabanci olan Osmanli Türkleri'nin, Avrupa'dan kovulmasi ve Balkanlar'in müslümanlardan temizlenmesi için baslatildi... Türkler'i Avrupa'da birakmak Bati medeniyetine karsi islenmis bir suçtur. (ABD Baskani Roosevelt)"
Birinci Dünya Savasi'ndan sonra Kibris, Ege Adalari ve Balkanlar'dan Anadolu'ya göç baslatilip yerine Hiristiyanlar dolduruldu. 10 Ocak 1923'te Lozan Konferansi'nda Ismet Inönü biraz direnseydi Patrikhane'nin Istanbul disina nakli için hazirlik yapmislardi. Ama Yunan kültürünün asiri hayrani Ismet Pasa diger delegelerin arzusunu hiçe sayarak Patrikhane'nin Istanbul'da kalisini kabul etti. Lozan'da bütün delegeler Patrikhane'nin siyasi kimliginden uzaklasarak sadece dinî faaliyetlerde bulunmasini kabul ettiler. Lozan'da agirligini hissettiren ABD gözlemcisi Richard Child ve Ingiliz Heyeti Baskani Lord Curzon Ismet Pasa'ya: "Türkiye'nin iç ve dis ticari faaliyetlerinin ve bankacilik hizmetlerimizin yaninda, sanatta ve sosyal hayatta batililasmasinda Yahudi, Rum ve Ermeniler tarafindan yürütüldügünü, bunlarin sinirdisi edilmesi halinde Türk ekonomisinin felce ugrayacagini ve bu kadar büyük kitleyi sinir disi etmeye Türkiye'nin hakki olmadigini söyleyip Ismet Pasa'yi ikna ettiler. Anadolu'dan Yunanistan'a göç eden Rumlar'in çogu Türk asilli Ortodoks idiler. Yine Amerika El Paso Kütüphanesi'nden aldigim notlar arasinda Istanbul'da 15 yil yasamis Amerikali Amiral Colby Mehester'e göre: "O tarihte çogu Istanbul'da yasayan ve Patrikhane tarafindan korunan 30 casus Türkiye'de bulunuyordu." Batili dis politika uzmanlarina göre: "Türkiye'ye basta Orta Asya Cumhuriyetleri olmak üzere bütün Rusya Federasyonu bünyesinde ve özellikle Kafkas ülkelerinde Ortadogu'da, Avrupa'da ve Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve yine Yugoslavya'da bulunan ve çogu Türk asilli olan müslüman topluluklara Türkiye tarihi ve tabii sorumluluklari bakimindan sahip çikabilse yeterli lobicilik faaliyetlerini yürütebilse dünya devletleri nezdindeki agirligi ve itibari bir kaç misli artacak.
Patrik Bartholomeos Selanik ve Iskeçe'de dört günlük ziyaret esnasinda Yunan Içisleri Bakani Teodoros Pangolos ile görüstü. patrikhane ile Yunanistan, Amerika Ortodoks kilisesi Baspiskoposlugu'na Spiridon'un tayinine tepki göstermis ve Yunan Disisleri Bakanligi'nin her yil yaptigi ödenek kesilmisti. Görüsmeden sonra Pangolos "Patrikhane'nin varligi faaliyeti ve ilgisine tesekkür ederim" derken Bartholomeos ise: "Pangolos'tan Yunanistan'i Patrikhane'ye ilgisinin gelecekte de devam edeceginin teminatini aldim" demistir. Pangolos ayrica "Patrikhane'nin günümüzde ruhî ve zihnî ihtiyaçlara cevap vermek için büyük imkanlari vardir. Buna paralel olarak helenizmin kültürel kisiligimizin temel unsurlarindan olan geleneklerimizin korunmasini saglayan bir müessese olarak Patrikhane'den ümitleri vardir" demistir. Heybeliada'daki papaz okulu 1971 yilinda askeri dönemde çikarilan özel üniversiteleri yasaklayan, devlet üniversitesine dönüstüren kanun ile kapatilmistir. Sonradan özel üniversitelerin devlet denetiminde olma sartiyla açilmasina izin verilmisse de Patrikhane, devlet denetimine karsi çikmaktadir. Su andaki Patrik Heybeliada Papaz Okulu'nu yeniden gündeme getirmistir. ABD'ye iki aylik ziyaretinde bunu Clinton basta olmak üzere Türkiye'de sikayet edecektir. Imam Hatipler'in orta kismi kapatilmistir. Yakinda Heybeliada Papaz Okulu fakülte hatta üniversite olarak açilirsa sakin sasirmayin. Çünkü Cezayir daha dogrusu Suriye'deki gibi mezhep ve ateist azinliga dayali dikta rejim pesinde olan bazi güçler dinlere degil Islam'a düsmandir.
Bizans Imparatorlugu hayali ile yanip tutusan Fener Rum Patrigi Bartholomeos ile birlikte Rahmi Koç, uluslararasi silah tüccari Aga Han, Dünya Yahudi Cemaatleri temsilcileri, bir yigin Yunanli çevre bilimci ve isadamlarindan mütesekkil 400 kisilik bir heyet "Bilim ve Çevre Sempozyumu" adi altinda Karadeniz'i kurtaralim slogani ile Pontus hayali gündeme getirildi. Bu heyetin süper lüks "Eleftherios Venizelos" adli gemi ile yolculuklari ayri bir mesajdir.
1996 yilinin 15 Agustos'unda Kutsal Sümele Yortusu'na denk gelen Karadeniz Helen topluluklari 1. Kongresi yapilmistir. 20 Eylül 1997'de ise Karadeniz'i kurtaralim slogani ile Pontus gündeme getirildi. Yorgo Andreadis kitap gelirlerini ve Yunanistan'daki bir vakif Sümela Manastiri'na, Foça Müzesi'ne yardim ediyor ve Tonya Lisesi'ni birinci bitirene burs veriyor. Gemideki 400 kisiyi devlet bakani karsiladi. Bu 400 kisi Ayasofya ve Bizans eserlerini gezdikten sonra Patrikhane'ye gittiler. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarina ve Türkiye'nin taraf oldugu (Lozan dahil) uluslararasi anlasmalara göre Istanbul Valiligi ve Fatih Kaymakamligi'na bagli Rum kökenli 3 bin civarinda vatandasin dini lideri olmasi gerekirken 270 milyon Ortodoks'un lideri rolünü oynamaktadir. Yunanistan S-300 füzeleri ile güneyden gösterip kuzeyden vurmaktadir. Patrik'in burnu dibinde Haliç dururken Trabzon'da isi ne? Kaldi ki, Karadeniz Trabzon'dan kirlenmiyor! Karadeniz turu aslinda Megalo Idea turudur. Odessa'da Fener Patrigi Bartholomeos ile Rus Otodoks (Moskova) Patrigi Alexy II "ortodoks birligi" için görüsmüslerdir. Baris treninin yapamadigi bu sempozyum ile yapilmistir. Amaç Karadeniz'i temizlemek degil Ortodoks dünyasina mesaj vermektir. Türk-Ortodoks Patrikhanesi Baskani Selçuk Erenerol, "Bartholomeos'un niyeti ortodoks dünyasinin lideri olmaktir. Bu sempozyum da çevre kilifi adi altinda düzenlenmis ekümenlik zirvesidir" demistir.
Selanik'te düzenlenen 4. Dünya Pontus Helenizm Kongresi basarisizlikla neticelenmistir. Kuzey Yunanistan, Güney Yunanistan, Avrupa Pontuslular ve eski Sovyetler Birligi'nden göç eden Pontuslular'i temsil eden dernekler katilmistir. Yunanlilar'in eski Yunanlilar ve Bizans'la ilgisi olmadigi gibi Pontus'la ilgisi yoktur. Amerikali yazar Alfred Duggan King of Pontus isimli kitabinda "Pontus Krali'nin hiç birinin Yunanlilar'la ilgisi yoktur. Hepsi kendilerini Anadolulu saymislar, Anadolu'nun bütünlügü ve bagimsizligi için çalismislardir" demektedir. Milliyetçi gençler sempozyuma degil Yunanistan'in Pontus'u yeniden kurma amacina hizmet ettigi için tepki göstermislerdir. Istanbul ve Çanakkale Bogazlari'ni tek idare altinda özerk kurulus teklifinin altinda da da Bizans hayali vardir. Fener Ortodoks Patrigi, 19 Ekim 1997'de bir ay süren bir resmi gezi yapacaktir. ABD Baskani Bill Clinton ve Disisleri Bakani Madeleine Albright ile görüsecek. ABD'de 1.5 milyon Rum azinligi vardir. Beyaz Saray'da 3 saat kalacak olan patrige Kongre "Altin Madalya" verecek. Beyaz Saray ve Kongre'de sayili devlet adami için düzenlenen bir agirlama programi hazirlanmistir.
Fener Rum Patrikhanesi'nin uluslararasi nitelikte organizasyon yapmasina "patrigin ekümenlik kimligini tescil olur" gerekçesiyle bugüne kadar izin verilmiyordu. 1997 yilinda Rahmi Koç'un ve Edinburg Dükü Prens Philip'in (Yunan asillidir) himayesinde Patrikhane'nin "Çevre Toplantisi" adi altinda uluslararasi bir toplanti yapmasi için gayret harcandi. Içisleri Bakani'nin vermedigi izni Süleyman Demirel'in sagladigi sayiasi vardir. Heybeliada'daki toplanti "Patrikhane'nin bagimsizligi için adim" olarak degerlendirildi.
Sempozyuma katilanlari tasiyan Yunan gemisinin adinin Venizelos olmasi elbette rastlanti degildir. Venizelos, 1919'da Anadolu'yu isgal için Yunan ordusunu Izmir'e yollayan basbakandir. Ayni tarihte Rumlar'i ayaklandirip Pontus devletini kurmak için Trabzon ve Samsun'a 100 subay yollayan kisidir. Fener Rum Patrikhanesi öncülügünde 20-28 Eylül 1997 tarihinde gerçeklestirilen "karadeniz'i Kurtarma Çevre Kirliligi" kilifi sempozyumunun ardinda Pontus hayali bulunuyordu. Devletin resmi haber ajansi (A.A)'nin bir haberine göre sempozyuma katilanlara Karadeniz'i "Pontus Gölü" olarak gösteren haritalar dagitilmistir. bu haritada yer alan kentler rumca isimlerle gösterilmistir. Trabzon "Trapezus olarak gösterilmektedir. Sempozyum'u düzenleyen komite tarafindan dagitilan programda Fener Rum patrigi evrensel (ekümenik) patrik olarak gösterilmektedir. Inancini yasamaktan baska bir gayesi olmayan bürokratlara kiyim yapanlar ve kiyim için emir verenler bu ihanet belgesi karsisinda susmaktadirlar. Trabzon'da Rum Halk oyunu (Pontia Dansi) yapan ekip yoktur. Bu dünya kamuoyunu aldatmak için bir yalandir. Sempozyum'da Ortodoks patrigi Bartholomeos için "the ecumenical patriarch" (Evrensel patrik) tabiri kullanilmistir. Yunan Istihbarat Teskilati Pontus propagandasi için bu sempozyum senaryosunu hazirlamistir. Venizelos Gemisi'nin Pontuslu Rumlar'in göç ettigi Batum, Yalta, Odessa, Köstence, Varna ve Selanik'e gitmesi manidardir. Bu teskilat, amacinin disina tasarak dagittigi haritalarda Karadeniz'i "Pontus Gölü" olarak göstermesi düsündürücüdür. Ege'yi gaflet ve hatta bazilarinin ihanet derecesine varan ihmalleriyle Yunan Gölü yaptiranlar simdi de Karadeniz'in "rum Gölü"ne dönüsmesi hayaline Bati'ya sirin görünmek ugruna seyirci mi kalacaklar? S-300 füzelerine gösterilen hassasiyetden daha fazla Patrikhane'ye dikkat edilmelidir.
Padisah Ikinci Mahmud'un fermani ile idam edilen Patrik II. Gregorios'un (Nisan 1821) rus Çari Ikinci Nikola'ya yazdigi mektup özetle söyledir: "Türkler'i maddeten ezmek ve yikmak mümkün degildir. Türkler, Müslüman olduklari için çok sabirli ve mukavemetlidir. Gayet magrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bagliliklarindan, kadere riza göstermelerinden, an'anelerinin kuvvetinden, padisahlarina olan ita'at duygularindan gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip olduklari müddetçe de çaliskandirlar. Onlarin bütün meziyetleri, hatta kahramanlik ve secâ'at duygulari da an'anelerine olan bagliliklarindan, ahlâklarinin saglamligindan gelmektedir. Türler'de evvelâ ita'at duygusunu kirmak ve ma'nevi baglarini parçalamak, din saglamligini zayiflatmak icâp eder. Bunun da en kisa yolu, millî geleneklerine ve manevîyatlarina uymayan harici fikirler ve hareketlere alistirmaktir. Manevîyatlari sarsildigi gün, Türkler'in kendilerinden seklen çok güçlü, kalabalik kuvvetler önünde zafere götüren asil kudretleri sarsilacak ve maddî vâsitalarin üstünlügü ile yikmak mümkün olabilecektir. Bu sebeble Osmanli Devleti'ni tasfiye için mücerred olarak harp meydanlarindaki zaferler kâfi degildir. Yapilacak olan; Türkler'e birsey hissettirmeden, bünyelerindeki tahribati tamamlamaktir."
Kur'an-i Kerim kurslari ile Imam-hatipler'in kapatilmasinda Patrikhane'nin rol oynadigi söylenmektedir. Patrik her gittigi yerde ve Patrikhane'yi ziyaret eden her Batili devlet adam ve digerlerine; "devletin kontrolü disinda çok sayida dinî egitim kurslari bulunmakta, 5200 Kur'an-i Kerim kursunda 290 bin ögrenci egitim görmektedir" sözleri bilhassa Ingiliz heyeti ve diger Batili ülkelerce Türkiye'deki yetkililere ve bazilarina baski yapilarak Imam-Hatipler'in orta kismi kapatilmis ve Kur'an-i Kerim kurslarinin çogu kapatilmistir
1993 Agustos'unda "Sümelali Meryem Ana Vakfi"nin düzenledigi toplantida konusan o tarihteki Yunan Basbakani Mitsotakis sunlari söylemistir: "Anadolu'daki helenizmin bu bölgedeki köklerinden kopmasindan 70 yil sonra, milletimizin tarihinde bir daha böyle bir trajedi yasamamasi için dua etmeliyiz. Dedelerimiz, Pontus topraklarina dönüs hayalini size miras birakarak öldüler. Bu mirasi kalbinizin içinde koruyun. Pontus'u ve kökeninizi asla unutmayin. Kaybedilmis vatanin anasi, helen irkinin en güzel idealleri ile bagdasmistir..."
Son Karadeniz'i Kurtarma maskeli gezi ve sempozyumu yukaridaki sözlerin isigi altinda degerlendirmek gerekir. Patrikhane ile ilgili yillardir basinda yazarlar gerekli ikazlarini yapmislar, ama hükümetler bu ikazlara kulak asmamislardir. Kiymetli yazarimiz Ahmet Kabakli, 12 Agustos 1993 tarihli "Ortodoks Ajani Yakovas" baslikli yazisinda: "Günlerden beri, Ayhan Songar (rahmetli) ve Özfatura dostlarimla birlikte, dünya ortodoks ittifakindan, bize gelmis ve gelecek olan kötülükleri yaziyoruz... Hükümet, derhal en sert tavrini takinarak, Fener Patrigi Bartholomeos'a haddini bildirmelidir. Ayrica ABD ortodokslari ile Yunanistan ve Sirbistan'in kara cübbeli ajani olan (Türkiye'den vatana ihanet dolayisiyla kovulmus) Yakovas'i da artik Türkiye'ye sokmamalidir..." Maalesef bu gibi ikazlara ragmen Patrik'in ekümenik sevdasina seyirci kalinmistir.
1990 yilinda Patrik Dimitrios'un ABD gezisi krize sebeb olmustu . Bartholomeos'un 2 aylik ABD gezisi ise basimiza nice dertler açacaktir. Fener Patrigi Selanik'te Devlet Baskani töreniyle bizzat Yunan Cumhurbaskani tarafindan karsilandi. Patriklerin ekümenik olmak için faaliyetleri ciltlerle izah edilebilir.
1994 yilinda bir sempozyumda Türk Ortodoks patrigi Selçuk Erenerol sunlari söylemisti: "Barhtolomeos, ekümenikal patrik ünvanina sahip oldugu takdirde, ilk icraat olarak ruhban okulunu (Halki Teoloji Okulu) açacaktir. Ruhbanlar için Türkiye Cumhuriyeti vatandasi olma mecburiyeti kalkacak, dolayisiyla disaridan ögrenci ithal edecekler. En korkulan nokta ise bunun Vatikan usulü olmasidir. Bu noktaya gelindigi an "Istanbul bizimdir" deyip mal varliklarini talep edecekler. Zaten Istanbul için Konstantinopol lâfini kullanmalari da bugünlere hazirlik yaptiklarini gösteriyor. Atina'da Istanbul'daki Rum mal varligi ile ilgili çalismalar vardir. Münasip zamanda La Haye Adalet Divani'na gideceklerdir. 1995'den sonra Ortodoks Fener Rum Patrikhanesi "han" olmustur. Yunanistan eski kralinin torununun vaftiz merasimi, ayinler perdesi altinda ABD Disisleri Bakan Yardimcisi Richard Holbrooke, Rus gizli Istihbarat (KGB) sefi Sergei Stepasin, Uluslararasi Rotary Klübü Baskani Bill Huntery ve bu klüb üyeleri, Rusya'dan 5 kisilik milletvekili heyeti, ABD Rum lobisi ileri gelenleri, Vatikan'dan kardinal Cassidy, Vatikan Hiristiyanlarinin Birligini Gelistirme Komisyonu Baskani Kardinal Edward Cassidy baskanliginda bir heyet, (FIM) "Fortier Intershin in Mission" uluslararasi Esgüdüm Komitesi Toplantisi ve yüzlerce ziyaretçi...
Lozan'da Patrikhane'nin sadece dinî bir kurum hüviyetinde kalacagina dair taahhüt üzerine Patrikhane Istanbul'da birakildi. Lozan öncesi Cumhurbaskani Mustafa Kemal, Fransiz Le Journal Gazetesi'ne verdigi beyanatta: "Bir fesat ve hiyanet ocagi alan, ülkede ayrilik ve ihtilaf tohumlari saçan, Hiristiyan hemsehrilerimizin huzur ve refahi için de ugursuzluk ve felaket sebebi olan Patrikhane'yi artik topraklarimizda barindiramayiz..." Türkiye disinda Türkiye aleyhine yapilan gösterilerde ortodoks kilisesi ve papazlar ön safta yer almaktadirlar.
"Kartelci Basin", "Din, Bilim ve Çevre" maskeli sempozyuma tepki gösterenleri ilkellik ve gericilikle suçlarken; pontus ve bizans hayallerini hortlatma amaci tasiyan ve belgelerle (haritalarla) ispatlanan bu hareket karsisinda susmus, dolayli olarak destek vermistir. Yunan "To Vima" gazetesinde 20 Eylül 1995 tarihli "Patrikhane ve Türkiye'nin Gerçek Siyasi Çikarlari" baslikli yazi sinda; "BM, Avrupa Parlamentosu, Dünya Kiliseler Birligi Konseyi, dünyadaki bütün ortodoks kiliseler, ABD Baskani, Papa (Vatikan), Patrikhaneyi ortodokslarin merkezi olarak kabul ediyorlar..." diyerek Türkiye'nin de bu gerçegi kabul etmesini istemektedir. Maskeler düsmesine ragmen yetkililer halen uykudadirlar. Trabzon'da Patrik'e tepki gösterenler bu vatani seven genç kisilerdir. Asil onlari kinayanlarin halleri utanç vericidir. Günaydin Gazetesi'nde "papaz"in Istila Seferi", "Papazi Bakan Karsiladi" ve "Sevr'e Direnis Suç Oldu" mansetleri yüzlerce yaziya bedeldir. Venizelos Gemisi'nin ilk olarak Trabzon'a gelisi dagitilan haritada pontus devletinin baskenti Trabzon gösterildigi içindir. Ve su anda bölgede yasanan terör olaylari bu zemini hazirlamak, bölgeden Dogu ve Güneydogu Anadolu'da oldugu gibi halki göçe tesvik ederek bilahare buralara Rum ve Ermeniler'i yerlestirmek içindir. Bu katliamlari gerçeklestirenler Rum, Ermeni asillidirlar. Çok sayida Kibrisli Türk'ü katleden EOKA'nin kurucusu Grivas, tegmen iken Venizelos'un Samsun ve Trabzon'a Pontus için yolladigi 100 subaydan biridir. Venizelos gemisinde bulunun Avrupa Komisyonu Baskani Jacgues Santer, bir Yunan hayrani olup Türkiye'yi Yunanistan'in bir parçasi gibi gören bir Türk düsmanidir .
Devlet kadrolarindan inançli ve inanci geregi namaz kilan, içki içmeyen ve haramlardan sakinanlara rejim düsmani gözüyle bakilarak cumhuriyet tarihinde görülmeyen kiyim yapilmaktadir. Bu ise Türkiye üzerine ilahi gazaba davetiyedir. Bazilari Türkiye'yi Cezayir, dogrusu ise Suriye misali bir diktaya götürmek isterken; milletlerarasi siyasi ringte Türkiye üzerinde gözü ya da hesabi olanlar son raunt için Türkiye üzerine hazirlanan yüzlerce senaryo içinde rol almaktadirlar. Islam'a ve onu yasayanlara düsman gibi görünenler istemiyerek te olsa, art niyetli olmasalar da fiilleri; Yunanistan'in Megalo Idea'sina, Rusya'nin ortodoks kusatmasina, Suriye'nin Büyük Suriye (Iskenderun ve bazi illerin Suriye'ye ilhakina) Büyük Ermenistan, Nil'den Firat'a Büyük Israil projelerine yardim etmekle esdegerdir. Dis politika bir satranç oyunudur. Türkiye'de Islamiyet ve Islamiyet'i yasayanlar hizla tasfiye edilirken, Yunanistan siyasî satrançta ortodoks dinini ve din mensuplarini, Patrik dahil dindarlarini ön plana çikartmistir.
Patrik Bartholomeos Anayasa, Lozan Antlasmasi, 3335 Sayi ve 26.3.1997 tarihli yasa, 2908 sayili Dernekler Kanunu, Türk Medeni Kanunu'na göre kurulan Vakiflarin eylemlerini düzenleyen 25.7.1970 tarih ve 7-1066 sayili Tüzük'e göre Bakanlar Kurulu'nun izni olmadan uluslararasi faaliyetler yapamaz. Ama Patrik bu yasalari çignemekte serbesttir. Hayatini bu ülkeye adayan bir aydin, namaz kildigi için kiyima ugrarken Patrik'ten Devlet Bakani, Trabzon'daki gösteri için özür dilemektedir.

Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

22 Ocak 2007 Pazartesi

Ölüm Robotları




Ölüm Robotları
Ersel, 11 Eylül sonrasında ABD'de silah yapan firmaların hisse senetlerinin yükselmeye başladığına dikkat çekiyor, Başkan Bush'un savunma harcamalarını 400 milyar doların üzerine çıkarma hedefini, savunma sanayisinde değişen trend'leri değerlendiriyor

BİA (İstanbul) - 94.9'da ve Internet'te yayın yapan Açık Radyo'nun haftanın beş günü saat 08:00 ile 10:00 arasındaki Açık Gazete programında Ekonomi Notları köşesinde Ömer Madra ile Şerif Erol'un Hasan Ersel ile röportajını yayımlıyoruz.
Ömer Madra: Bugün ekonomik olarak silahların değerinden bahsedeceğiz herhalde?

Evet. Bu askeri harcamalar konusu iktisadi boyutuyla değerlendirilmesi gereken bir konu. 11 Eylül'den sonraki gelişmelere baktığımız zaman Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) silah yapan firmaların, hisse senetlerinin fiyatlarının yükselmeye başladığını görüyoruz.

Öte yandan da ABD'de ulusal savunmaya aktarılan kaynaklar arttırılmağa başlandı. Başkan Bush, askeri bütçeyi önümüzdeki 5 yıl için yıllık 400 milyar doların üzerine çıkarmayı amaçladığını söyledi. Bunun ne demek olduğunu biraz açayım. Center for Defence Information (Savunma Bilgileri Merkezi) adlı özel bir Amerikan kuruluşunun verdiği istatistiklere (2001-2002 Military Almanac, Center for Defence Information, Washington D.C.) baktım:

Amerika'nın, sabit fiyatlarla (2002 fiyatlarıyla) yılda 400 milyar doların üzerinde askeri harcama yaptığı yıllar

i)1952-1954 Kore Savaşı'nın hemen sonu

ii) 1967-1970 Vietnam Savaşı

iii) 1985-1990 Amerikan ordusunun yeniden organize edildiği, yeniden yapılanmanın olduğu bir dönem.

Sonra yılda 300 milyar dolar civarına iniyor, mesela2002 bütçesi 328.7 milyar dolar . Ama bu rakam da neredeyse Türkiye'nin milli gelirinin iki katı...

ÖM: Sadece savunma harcamaları?

Tabii kime karşı savunuyor? Başkaları ne kadar silahlanıyor? diye sorulabilir. Aynı rapora göre ABD'den sonra en fazla silah harcaması yapan ülke Rusya, 56 milyar dolar (1999 yılı), sonra Japonya geliyor 45 milyar dolar (2000 yılı), Çin 39 milyar dolar (1999), Birleşik Krallık 34 milyar dolar (2000)... ABD'ye yaklaşan bile yok...

ÖM: Japonya kime karşı silahlanıyor peki?

Japonya aslında kimseye karşı silahlanmıyor. Gerçi Japonya ordusunu modernleştiriyor. Bu doğru. Ama tehdit edici bir silahlanma olarak görmemek gerektiğini düşünüyorum. Hele Çin'in silahlanma çabaları göz önüne alındığında...Bence burada Japonların para harcayacak yer bulamama sorununu çözmek söz konusu. Hatta bir Amerikalı iktisatçı, "Japonya'nın kurtuluşu muazzam silah harcaması yapıp, ürettiği bütün silahları Pasifik okyanusuna atmaktır" diyordu.

ÖM: Biraz çevreyi bozabilir, ama olsun...

Evet böyle bir sakıncası olabilir. Konumuza dönersek, askeri amaçlı büyük bir harcama yapma potansiyeli var. Alıcı var. O halde birilerinin de bir şeyler satması söz konusu. İşte bu bizi iktisadın içine biraz daha çekiyor.

Öncelikle iki noktanın altını çizmek istiyorum: İlki bu haftaki Economist dergisinde (Temmuz 20-26) yer alan Transformed? A Survey of the Defence Industry başlıklı bir yazıda vurgulanan "askeri işlerde bir devrim oluyor" savı. Burada söylenen, tehdidin biçimi değiştiği için, silahlı kuvvetlerin organizasyonunun ve donanımının tümüyle değişmesi gerektiği. Soğuk savaş dönemini anımsayalım. Sovyetler Birliği'nde füzeler, uçaklar, tanklar, toplar vardı. Onlara karşı ne yapılabileceği üzerinde duruluyor, silahlı kuvvetler ona göre organize oluyordu. Oysa şimdi tehdidin niteliği değişti, herhangi bir yerden bir füze ya da benzeri bir silahla saldırı olasılığı ortaya çıktı.

İkinci nokta, hiç kimse çocuğunun savaşta ölmesini istemiyor. Özellikle ABD ve Avrupa kamuoyu bu konuda çok duyarlı. Dolayısı ile ordunun ateş altına olabildiğince az askeri sürecek biçimde donanıma sahip olması isteniyor. Bunun anlamı, hedefi uzaktan vurabilecek kapasiteye sahip olmak (seyir füzesi gibi) ya da harekâtı insansız uçan araçlarla yapmak. Bu konuda epeyce ilerleme var. Geçenlerde Amerika'nın Global Hawk tipi insansız uçan aracı (UAV) California'dan kalktı, Avustralya'ya indi.

Kosova harekâtında da kullanılan bu uçağın ne kadar uzun menzilli olduğu böylelikle dünya kamuoyuna gösterilmiş oldu.

Şerif Erol: İçinde insan olmayan bir uçak, öyle mi?

İçinde insan yok. Global Hawk ve benzeri uçaklar Afganistan üzerinde keşif uçuşları yapıyor. Tabii başka türlü görevler de yaparlar. Bu çok pahalı bir silah, güçlü ve ileri elektronik donanımı var. İşte bu nedenle askeri harcamaları artıran etmen asker sayısını artması değil, ileri teknolojiye geçme zorunluluğu...

ÖM: Ölüm robotları gibi bir şey bu!

Evet... Askeri amaçlı üretim konusunda iktisadi açıdan önemli bir gelişme daha var. Geçmişte askeri olaylar teknolojik gelişmeye yol açardı. Örneğin askeri amaçla bir keşif yapılır, bu sonra sivil amaçla da kullanılmaya başlanırdı. (Basit bir örnek ama Jeep böyle bir buluştur.)

Fakat şimdi askerlikteki devrim teknolojideki gelişmeden nasıl yararlanabilirim olgusunun peşinde. Teknolojik gelişmeyi yakalamaya çalışıyor. Teknolojide henüz kullanılmayan, veya askeri amaçlarla kullanılmayan olanakları kullanma arayışı içinde ordular... Bu kuşkusuz teknolojik gelişmeyi de hızlandıracak. Olaya böyle bakınca, hakikaten devrim gibi bir oluşumdan söz etmek olanaklı. Büyük harcamalar gerektiren bir oluşum...

Burada çok önemli iki nokta orta çıkıyor. Bunlardan her ülkede askeri mallar bir alıcı için üretilir. Yani tek alıcılı (monopson) piyasadan söz ediyoruz. O alıcı da devlet ....Bu nokta çok önemli, bir elma veya bir bilgisayarı piyasada birilerine satmaktan farklı bir durum var. Mal devlete satılıyor ve bu mal "ulusal savunma" dediğimiz "kamusal malın" girdisi olduğu için finansmanı vergiler yolu ile oluyor. Dolayısıyla bu mallardan ne kadar alınacağı gibi konular siyasal süreç içinde belirleniyor.

İkinci nokta, ise askeri amaçlı malların üretiminin giderek daha büyük teknoloji yatırımları yapılmasını gerektirmesi ve pahalı olmasıyla ilgili. Bu da askeri teknoloji alanında çalışan şirketlerin birleşerek büyümelerine yol açıyor:

Locheed ve Boing

İki örnek vereyim: Bugünkü Lockheed-Martin grubuna bakalım. Bu grup ABD Savunma Bakanlığı ile en büyük bağıt yapan şirket. 2000 yılında bağıtların değeri 15.1 milyar ABD doları idi. General Dynamics, GE Aerospace, Lockheed, Lorel, Martin Marietta

Yaptığı bağıt büyüklüğü ile ikinci sırayı alan Boeing Grubu aşağıdaki firmalardan oluşuyor: Boeing, Rockwell, Mc Donnell, Douglas, Magnovax, Hughes

Bu grubun bağıtlarının 2000 yılındaki toplam değeri ise 12 milyar ABD$.

Bu sanayi dalında ciddi bir yoğunlaşma var. Bu zorunlu idi, teknoloji bunu gerektirdi. Ama bunun bazı sonuçları da var. Eskiden bir uçak ihalesine çıkıldığında 10 firma başvurabiliyordu. Bunların, diyelim 7 tanesi proje aşamasında eleniyor. 3 tanesi de uçağı geliştirme aşamasına geçiyor. Sonra da bunlar arasından en iyi bulunan ihaleyi kazanıyordu. Oysa şimdi bu işi yapan toplam firma sayısı da iki-üçe indi. Bu da yeni bir piyasa yapısının oluşmasına yol açtı. Tek alıcı az sayıda satıcı...

Bu da karar alma sürecinin nasıl çalıştığı konusunda bazı soruları gündeme getirdi. Yolsuzluk, rüşvetler, vs. gibi konular üzerinde durulmaya başlandı. İşin bir de ihracat boyutu var. Rüşvet iddiaları burada daha yoğun. Çünkü rekabet çok daha şiddetli...

Devlet bütçesi hangi amaçlarla kullanılıyor?

Bu harcamaların büyük ölçüde artması çok temel bir soruyu tekrar gündeme taşıdı. O da "devletin bütçesinin hangi amaçlarla kullanıldığı?" Çünkü bütçe kamu kesiminin ne kadar harcama yapabileceğini belirliyor. Askeri harcamalar artıyorsa ya başka bir kamu hizmetine tahsis edilen kaynak azalıyor ya da, sonuçta, vergi yükü artıyor. Demokratik süreç ikisinin de hesabının verilmesini gerektiriyor. Somutlaştırmak için iki örnek vereyim. Bu örnek de daha önce sözünü ettiğim ABD kurulunun raporundan alınmıştır:

İlk örnek: Amerikan okullarını uyuşturucudan korumak ve emin hale getirmek için bir program var, kamu tarafından finanse ediliyor... Program tüm Amerikan okullarını kapsıyor. Bu programa Amerika'nın ayırdığı para 644 milyon ABD doları Aynı yılın bütçesinde yer alan 4 tane F-22 tek kişilik avcı uçağı için 748 milyon dolar ayrılmış!...

İkinci örnek: ABD'de enerji tasarrufu için bir program var, buna 795 milyon ABD doları ayrılmış. ABD donanmasının DDG-51 Arleigh Burke güdümlü füze destroyerinin fiyatı ise947 milyon ABD doları . Bu 9200 tonluk bir gemi... Yani ABD donanmasının dev uçak gemilerinden birisinden söz etmiyorum...

Öncelikler konusunda da bir problem var gibi.

ÖM: Bu bana, Hitler'in şu çok meşhur ikilemli sorusunu hatırlatıyor: "Top mu, tereyağı mı?"

Aynen... Burada bir nokta çok önemli. Tehdit nedir? Algılanan tehdit nedir? Acaba algılanan tehdit abartılarak bütçe harcamalarının yönü değiştirilebilir mi?

Şunu söylemek istiyorum. Tehdit "teknik" bir konu gibi görünüyor. Uzmanlar "şu bizi tehdit ediyor" diye bir yargıya varabilirler. Bu tehdidin "çok mu az mı" olduğu konusunda bir değerlendirme yapabilirler. Bu tehdidi önleyebilecek teknik önlemlerin neler olabileceğini de belirleyebilirler. Eğer bu yolla tehdit olgusu salt teknik boyuta indirgenirse kamu harcamalarının biçimlenmesi siyasal sürecin dışına çıkmış oluyor. Bu durumda tehdit unsuru karşısında alınan önlemler sözgelimi sivil harcamalarınkinden farklılaşmış oluyor. Şöyle ki:

ABD'de Kuzey Kaliforniya'dan, Güney Kaliforniya'ya su götürme ve lise eğitimine kamu kaynaklarının daha çok ayrılması gibi iki proje olduğunu düşünelim. Bu projelerden hangisine öncelik verileceği konusunda insanlar siyasi eğilimlerine ya da alınan kararın kendilerini etkileme biçimine göre farklı sonuçlara varabilirler.

Türkiye'de de sözgelimi Doğu Anadolu'ya yol mu yapalım yoksa Mersin limanını mı büyütelim? gibi bir sorunun yanıtı da kişiler arasında, benzer nedenlerle farklı biçimde değerlendirilecektir. Bu nedenle her iki ülkede de bu gibi konularda çözüm süreç içinde belirlenir.

Ama "tehdit"in değerlendirilmesi ve önlenmesi salt "teknik" bir konuymuş gibi ortaya konulduğunda, bununla ilgili karar siyasal sürecin dışına itiliyor.

ÖM: Mesela, tehdit deyince bir şey geldi aklıma, küresel iklim değişikliği dolayısı ile "bütün yerküre ve insanlık tehdit altında mı değil mi?" sorusu çok tartışılıyor. Ama, "düşman bize saldırmak istiyor" denirse kimse tartışmıyor, "o zaman düşmana karşı tedbir alalım" diyorlar. Sel felaketleri, kuralık ve diğer facialar aynı oranda bir tehdit sayılmıyor tabii. Ve tabii o zaman da Kyoto Protokolü gibi, insanlığı bu tehditlere karşı savunmayı amaçlayan girişimler revaçta olmuyor...

İşte bu noktada, bir umut da var. Belki iyimser olmaya çabaladığımdan yanılıyorum... Demokratik ülkelerde tehdit salt teknik bir konu olmaktan çıkarılıyor. "Bu beni tehdit ediyor" deyince, birileri de kalkıp diyor ki "dur bakalım öyle mi acaba? Yoksa yanılıyor musun?" O yüzden de, Avrupa ve Amerika'da demokratik mekanizmanın bu konularda eskisinden daha duyarlı olmağa başladığı görülüyor. Bu bana ümit veriyor. Ama kabul etmek gerekir ki 11 Eylül gibi olaylar bu hareketlerin gücünü zayıflatıyor. Böyle bir olay olunca, tehdidi sorgulayanların da cesaretleri kırılıyor.

Tehdidin salt teknik bir konu olmadığının mutlaka altını çizmek gerekli. Çünkü tehdit sadece karşı askeri önlemler almak yoluyla karşılanmaz, tehdidi ortadan kaldırmanın bir başka yolu da "kardeşim bizimle derdiniz nedir?" deyip anlaşma yolu aramaktır. Anlaştığınız takdirde tehdit ortadan kalkar... Örnek niçin artık Fransa ile Almanya birbirlerine karşı asker tutmuyorlar?

ÖM: AB'nin belki de en muazzam başarısı bu. Tarih boyunca birbirlerini paralamış, savaşlarla yok etmiş ülkeler, özellikle, Fransa, Almanya ve İngiltere, savaşsız ve tehditsiz yaşıyorlar işte.

Dolayısı ile bu tehdidin takdiri konusu ilk göründüğü kadar teknik bir olay değildir. İşin bundan sonraki aşaması da o kadar kolay değil. Tehdidi karşılamak için ne türlü silahlar gerektiği, nasıl bir organizasyon yapılmasının uygun olacağı tabiatıyla uzmanların saptayacakları konulardır. Ama bunların yapılmasının getirdiği mali külfet ise ayrıca değerlendirilmelidir. Bir ülkenin kimyasal ya da biyolojik saldırı hedefi olması tehdit de aynı ülkenin çocuklarının uyuşturucuya alıştırılması tehdit değil mi?

ÖM: Çok önemli bir noktaya temas ettin. "Aslında demokrasi ve özgürlük çok lazımdır" diye burada, havadan sudan konuşur gibi konuşup durmamızın da belki o kadar boş olmadığı, yani bu tehdidin niteliğinin de tartışılabileceği tek ortam demokrasi. UNDP'nin yani BM'nin İnsani Gelişme Kuruluşu'nun son Raporu'nda (2002) dünyanın öncelikle demokrasi ihtiyacı olduğu saptaması da bu açıdan haklı bulunabilir. Çünkü rapora baktığınız zaman Afrika'nın artık bu gelişme açısından, bütün mutluluk, vs. açısından yok olma derecesine gelmiş olduğu da raporun satır aralarında belirtiliyor. Orada da ciddi bir demokrasi problem var aynı zamanda. Ama bütün Afrika ülkeleri bol bol pahalı silah alıyorlar.

Evet, Afrika olayı üzerinde başka programlarda, konuyu bilen kişilerle, durmakta yarar var. Çünkü dünyadaki genel eğilime de ters düşen bir şeylerin olduğu, kötü şeylerin olduğu bir yer. Afrika'yı dışarı çıkarttığınız, Afrika dışında küresel bir dünya tarif ettiğiniz zaman başka bir manzara çıkıyor, Afrika'yı soktuğunuz zaman başka bir şey çıkıyor. İlki görece daha iyi, ya da iyileşme sinyalleri veriyor. Oysa Afrika'yı işin içine soktuğunuz zaman dünyanın görünümü kötüleşiyor gibi.

Afrika'yı kavramsal olarak ya da analitik amaçlarla dünya tanımımızdan çıkarabiliriz tabii. Ama bu kıta var. Bu kıtadaki ülkelerin önemli bir kısmında da bir facia yaşanıyor. Bunda da herhalde bir toplu sorumluluk var... Ülkelerin yöneticilerinin sorumluluğu var ama onlara uzaktan bakmakta olan bizlerin de biraz sorumluluk duyması gereken bir şeyler var.

ÖM: Bu arada, konumuza tam denk düşen bir haber de var elimizde: ABD, 250 milyon dolara mal olacak tarihin en büyük askeri tatbikatına başlamış. 13.500 kişi katılıyor... 26 ayrı bölgede, 3 hafta sürecekmiş, adı da 'Millenium Challenge'... Bilgisayar simülasyonları ile içinde insan olmayan uçaklar filan kullanılacakmış. Afganistan deneyimi de dikkate alınmış, bilgisayar korsanları da işin içine gireceklermiş, insansız hava araçlarına zarar verebiliyorlar mı, veremiyorlar mı, ona bakacaklarmış? Yani sadece 3 hafta için 250 milyon doları bastırmışlar ve yapıyorlar tatbikatı. Durum bu. Zaten yaklaşan Irak'taki savaş ihtimaline de bağlanabilir bu tatbikat da, diye düşünüyor insan ister istemez.

Hiç olmazsa göz korkutucu bir şey. Bu kadar süre için 250 milyon dolar harcıyor, bu kadar kişiyi harekete geçirebiliyor...Buna güç gösterisi denilebilir.

ÖM: İyi eşgüdüm, iletişim kurabiliyorlar mı, kuramıyorlar mı? Ona bakacaklarmış. Biz de bakacağız tabii. Gizliymiş, onun için öğrenemeyeceğiz. Ama daha sonra senin tank, top, tüfek, roket meseleleri konusundaki engin bilgine çok müracaat edecek durumda olacağız zaten.

Umarım olmaz, ama ben hazırım! (OM/ŞE/NM)

* Ekonomi Notları, Açık Site'de 28.7.2002'de yayımlandı. Ara başlık ve siyah vurgular Bianet'e aittir.

NOT: Alıntıdır.
Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

19 Ocak 2007 Cuma

Ermeni Terörü...


Ermeni Terörü...
HINÇAK KOMİTASI VE TAŞNAK-SUTYÜN KOMİTASI
=ASALA=PKK=KONGRA-GEL=KDP=KYB

Türklere yönelik, başta ASALA olmak üzere Ermeni terör örgütlerinin saldırıları, 1973 yılında başladı ve aralarında diplomatlar, güvenlik görevlileri ve işadamlarının da bulunduğu 41 Türk vatandaşı katledildi.
(Esenboğa olayında 6 Türk ve 2 yabancı, Orly olayında 2 Türk ve 6 yabancı, İstanbul Kapalıçarşı olayında 2 Türk ve diplomatlara yönelik saldırılar sırasında da (1978 Madrit ve 1983 Belgrad) 2 yabancı Ermeni terörünün kurbanı oldu.)
Türklere yönelik saldırılar, 1984 yılı sonunda kesildi.
Ermeni terörü

27 Ocak 1973 - Los Angeles (ABD) Mehmet Baydar - Bahadır Demir

* Türk vatandaşlarına yönelik ermeni saldırıları, 1973 yılında başladı. Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet BAYDAR ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından şehit edildi.
Elinde bulunan Abdülhamit'e ait bir tabloyu Türkiye'ye armağan etmek istediğini bildirerek, Baydar ve Demir'i Santa Barbara'daki Baltimore Oteline davet eden Yanikiyan, iki diplomatı otelde silahla üzerlerine ateş açarak öldürdü. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanikiyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakıldı. Yanikiyan, serbest kaldıktan kısa bir süre sonra öldü.
Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olay, daha sonra bir cinayetler zincirini başlattı ve örgütlü Ermeni terörüne örnek oluşturdu.
22 Ekim 1975 - Viyana (Avusturya) Daniş Tunalıgil

* Türkiye'nin Viyana Büyükelçisi Daniş TUNALIGİL, büyükelçiliği basan 3 terörist tarafından şehit edildi.
20 Şubat 1975'de Beyrut'taki THY bürosu bombalandı. Olayı, Gizli Ermeni Ordusu Esir Yanikiyan Gurubu üstlendi. Olay yerine bırakılan mektupta, "Ermenilerin haklı davasında emperyalistlere karşı mücadele edileceği, eylemlerin Türkiye, İran ve ABD'yi hedef alacağı, bu bombalama eyleminin de bir başlangıç olduğu" bildirildi.
22 Ekim 1975 tarihinde, otomatik silahlı 3 kişi, Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği'ne girerek kapıdakileri etkisiz hale getirdikten sonra Büyükelçi'nin makam odasına girdiler. Burada Daniş Tunalıgil'e Türkçe, "Siz Sefir misiniz?" diye soran ve "Evet" yanıtını alan saldırganlar, Tunalıgil'i otomatik silahlarla taradılar. Tunalıgil, olay yerinde can verdi. 3 terörist, hızla binayı terkederek, bir otomobille uzaklaştılar.
24 Ekim 1975 - Paris (Fransa) İsmail Erez - Talip Yener

* Türkiye'nin Paris Büyükelçisi İsmail EREZ ve makam şoförü Talip YENER, büyükelçilik yakınlarında katledildi. Büyükelçi Erez'in makam aracı, yerel saatle 13.30 sıralarında Büyükelçilik yakınındaki Seine Nehri üzerindeki Bir Hakeim Köprüsü'nde pusuya düşürüldü. İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener, otomatik silahlarla taranarak öldürüldü. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
16 Şubat 1976 - Beyrut (Lübnan) Oktar Cirit

* Türkiye'nin Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar CİRİT, bir salonda otururken, Ermeni terörizminin kurbanı oldu. Saldırıyı ASALA üstlendi. ASALA ilk kez bu cinayetle adını ortaya attı.
9 Haziran 1977 - Roma (İtalya) Taha Carım

* Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Taha CARIM, büyükelçilik ikametgahının önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldü. Saldırıyı bu kez "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi.
2 Haziran 1978 - Madrit (İspanya) Necla Kuneralp - Beşir Balcıoğlu

* Türkiye'nin Madrit Büyükelçisi Zeki KUNERALP'in makam aracına 3 terörist tarafından ateş açıldı. Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla KUNERALP ile emekli büyükelçi Beşir BALCIOĞLU, hayatlarını kaybettiler. Saldırıyı "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgüt üstlendi. Bu olayda, ilk kez bir yabancı da Ermeni teröristlerin Türklere yönelik saldırısı sırasında öldü. Makam Şoförü İspanyol Atonyo TORRES, teröristlerin kurşunlarına hedef oldu.
12 Ekim 1979 - Lahey (Hollanda) Ahmet Benler

* Hollanda'daki Türkiye Büyükelçisi Özdemir BENLER'in oğlu Ahmet BENLER, silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Olayı bu kez hem "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" hem de ASALA ayrı ayrı üstlendi.
22 Aralık 1979 - Paris (Fransa) Yılmaz Çolpan

* Türkiye'nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz ÇOLPAN, bir teröristin saldırısı sonucu katledildi. Bu olay, Ermeni terörizminin Paris'teki ikinci saldırısı oldu. Olaydan sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, Roma, Madrit ve Paris'teki eylemlerden "Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları" adlı örgütün sorumlu olduğunu bildirerek, "Türk Hükümeti Ermenilere hak tanımadığı için Avrupa'daki Türk diplomatlarını öldürüyoruz" dedi.
31 Temmuz 1980 - Atina (Yunanistan) Galip Özmen - Neslihan Özmen

* Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip ÖZMEN ile 14 yaşındaki kızı Neslihan ÖZMEN, bir teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildiler. Galip Özmen'in eşi Sevil ÖZMEN ve oğulları Kaan ÖZMEN olaydan yaralı olarak kurtuldular. Saldırıyı bu kez ASALA üstlendi.
17 Aralık 1980 - Sidney (Avustralya) Şarık Arıyak - Engin Sever

* Türkiye'nin Avustralya Başkonsolosu Şarık ARIYAK ile koruma görevlisi Engin SEVER, Ermeni terörizminin kurbanı oldular.
1980 yılında ayrıca; - 6 Şubat'ta Türkiye'nin İsviçre Büyükelçisi Doğan Türkmen, Bern'de uğradığı saldırıdan yara almadan kurtuldu. - 17 Nisan'da Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Vecdi Türel'in makam aracına ateş açıldı. Türel ve koruma görevlisi Tahsin Güvenç saldırıdan yaralı olarak kurtuldular. - 26 Eylül'de Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Basın Danışmanı Selçuk BAKKALBAŞI, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı.
4 Mart 1981 - Paris (Fransa) Reşat Moralı - Tecelli Arı

* Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Reşat MORALI ile din görevlisi Tecelli ARI, Çalışma Ataşeliği'nden çıkıp arabaya binecekleri sırada 2 teröristin saldırısına uğradılar. Moralı saldırı sırasında hayatını kaybederken, din görevlisi Arı, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede öldü. Saldırıyı ASALA üstlendi. Bu olay ile Ermeni terörizminin, Paris'teki üçüncü katliamı oldu. Türkiye, Türk diplomatlarını etkin bir şekilde korumadığı için Fransa'ya protesto notası verdi.
9 Haziran 1981 - Cenevre (İsviçre) M. Savaş Yergüz

* Türkiye'nin Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli Sekreteri Mehmet Savaş YERGÜZ, evine gitmek üzere konsolosluktan ayrıldıktan hemen sonra uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Saldırıyı ASALA üstlendi. Olaydan sonra yakalanan Lübnan uyruklu Ermeni terörist Mardiros Camgozyan, 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.
24 Eylül 1981 - Paris (Fransa) Cemal Özen

* Türkiye'nin Paris Başkonsolosluğu ile Kültür Ataşeliği'nin bulunduğu binayı işgal eden 4 ermeni terörist, 56 Türk görevli ve vatandaşı rehin aldı. Teröristler, kendilerine müdahale etmek isteyen güvenlik görevlisi Cemal ÖZEN'i öldürdüler, Başkonsolos Kaya İNAL'ı yaraladılar. Ermeni teröristler, Türkiye'de siyasi tutuklu 12 kişinin salınarak Paris'e getirilmesini istediler. İsteklerinin kabul edilmeyeceğini anlayan teröristler 15 saat sonra polise teslim oldular. Türkiye, Fransa'yı bir kez daha uyarırken, Fransa da saldırıyı kınadı. Olayı ASALA üstlendi. Saldırıyı gerçekleştiren 4 ermeni terörist, Vasken Sakosesliyan, Kevork Abraham Gözliyan, Aram Avedis Basmaciyan ve Agop Abraham Turfanyan, 31 Ocak 1984'de Fransa'da 7'şer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Mahkemenin sonucu Türkiye'de büyük tepkiyle karşılandı.
1981 yılında ayrıca; - 2 Nisan'da Türkiye'nin Kopenhag Çalışma Ataşesi Cavit Demir, oturduğu apartmanın asansöründe uğradığı silahlı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. - 25 Ekim'de Türkiye'nin Roma Büyükelçiliği İkinci Katibi Gökberk Ergenekon, yolda yürürken saldırıya uğradı. Ergenekon, olaydan hafif yaralarla kurtuldu.
28 Ocak 1982 - Los Angeles (ABD) Kemal Arıkan

* Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal ARIKAN öldürüldü. Arıkan'ın katili Taşnak militanı Hampig Sasunyan, müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
5 Mayıs 1982 - Boston (ABD) Orhan Gündüz

* Türkiye'nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan GÜNDÜZ, uğradığı silahlı saldırıda öldü.
7 Haziran - Lizbon (Portekiz) Erkut Akbay - Nadide Akbay

* Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut AKBAY otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda öldü. Otomobilde bulunan eşi Nadide AKBAY, yaralı olarak kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yaşamını yitirdi.
27 Ağustos 1982 - Ottawa (Kanada) Atilla Altıkat

* Türkiye'nin Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Atilla ALTIKAT, silahlı saldırı sonucu öldü.
9 Eylül 1982 - Burgaz (Bulgaristan) Bora Süelkan

* Türkiye'nin Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora SÜELKAN katledildi.
1982 yılında ayrıca; - 8 Nisan'daTürkiye'nin Ottawa Büyükelçiliği Ticaret Müşaviri Kani GÜNGÖR, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. - 21 Temmuz'da Türkiye'nin Rotterdam Başkonsolosu Kemal Demirer'e konutu önünde silahlı saldırı düzenlendi. Demirer, olaydan yara almadan kurtulurken, saldırgan yaralı olarak yakalandı. - 7 Ağustos'da ASALA'ya bağlı 2 terörist Ankara Esenboğa Havalimanında düzenlediği silahlı baskında 8 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Bu, Ermeni terörizminin Türkiye'deki ilk eylemi oldu.


ESENBOĞA OLAYI
9 Mart 1983 - Belgrad (Yugoslavya) Galip Balkar

* Türkiye'nin Belgrad Büyükelçisi Galip BALKAR'a 2 terörist tarafından 9 Mart'ta silahlı saldırı düzenlendi. Olayda ağır yaralanan BALKAR, 11 Mart'ta hayatını kaybetti. Olayda, bir Yugoslav öğrenci de öldü. Saldırıyı yapan Kirkor Levonyan ile Raffi Aleksandr, olaydan tam bir yıl sonra 9 Mart 1984'de 20'şer yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar.
14 Temmuz 1983 - Brüksel (Belçika) Dursun Aksoy

* Türkiye'nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun AKSOY, ermeni teröristlerce katledildi.
27 Temmuz 1983 - Lizbon (Portekiz) Cahide Mıhçıoğlu

* Türkiye'nin Lizbon Büyükelçiliği, 5 Ermeni terörist tarafından basıldı ve bina içindekiler rehin alındı. Baskın sırasında büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev MIHÇIOĞLU'nun eşi Cahide MIHÇIOĞLU hayatını kaybetti. Portekiz polisi, düzenlediği operasyonla rehineleri kurtardı, 5 teröristi de öldürdü. Saldırıyı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. Örgüt, teröristlerin öldürülmesi nedeniyle Portekiz Başbakanı Mario Soarez'i ölümle tehdit etti.
1983 yılında ayrıca; - 16 Haziran'da İstanbul Kapalıçarşı'da bir terörist tarafından halkın üzerine ateş açıldı. Olayda 2 kişi öldü, 21 kişi de yaralandı. Saldırgan, olay yerinde öldürüldü. Olayı bir ermeni teröristin yaptığı anlaşıldı. - 15 Temmuz'da THY'nin Paris Orly havalimanındaki bürosu önünde bomba patladı. Olayda, 2'si Türk, 4'ü Fransız, 1'i Amerikalı, 1'i de İsveçli olmak üzere 8 kişi öldü, 28'i Türk, 63 kişi de yaralandı. Bu olay tarihe "Orly Katliamı" olarak geçti.
28 Nisan 1984 - Tahran (İran) Işık Yönder

* Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye YÖNDER'in eşi, İran ile Türkiye arasında ticaret yapan işadamı Işık YÖNDER, bir ASALA militanı tarafından öldürüldü. .
20 Haziran 1984 - Viyana (Avusturya) Erdoğan Özen

* Türkiye'nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Erdoğan ÖZEN, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Olayı, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi. .
19 Kasım 1984 - Viyana (Avusturya) Evner Ergun

* Türkiye'nin BM Temsilciliğinde görevli Evner ERGUN, aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Bu olayı da, "Ermeni Devrimci Ordusu" adlı örgüt üstlendi.
1984 yılında ayrıca; - 27 Mart'ta Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği Ticaret Müşavir Yardımcısı Işıl ÜNEL'in otomobiline bomba yerleştirmeye çalışan bir terörist, bombanın elinde patlaması sonucu öldü. - 28 Mart'ta yine Tahran'da Büyükelçilik Başkatibi Hasan Servet ÖKTEM ve Büyükelçilik Ataşe Yardımcısı İsmail PAMUKÇU, evlerinin önünde uğradıkları silahlı saldırıda yaralandılar.

KAYNAK: İLGİLİ TARİHLERDEKİ ANADOLU AJANSI BÜLTENLERİ VE HÜRRİYET GAZETESİ (EKİM 2000)


NOT: BU YAPILAN SUiKASTLERiN HARiCiNDE TüRKiYE'DE BiR ÇOK SAĞCI VE SOLCU ÖRGÜTLERİN iÇERiSiNE SIZMIŞ ERMENi VE KüRT TERÖRiSTLER ÖNDE GELEN BEYİN TAKIMI DEDiĞiMiZ VE NÜFUZLU BiR ÇOK TüRKiYE CUMHURiYETi DEVLETi VATANSEVERiNi KATLETMiŞLERDiR.

BU KATLEDİLEN ŞAHISLARIN BiRÇOĞU AVUKAT,HAKiM,SAVCI,EMNİYETÇi,DOKTOR,ÖĞRETMEN VE ÖĞRETiM GÖREVLiSi V.B MESLEKTEKi VATANDAŞLARDIR.


Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™

18 Ocak 2007 Perşembe

Türkiye`deki Petrol Neden Çıkarılmıyor ?




Türkiye`deki Petrol Neden Çıkarılmıyor ?

Enerji Eski Bakanı İhsan Topaloluyla 1960`lı yıllarda dünyanın bu cografyasında oynanan petrol oyununu ve mücadelesini dile getiriyoruz. Aynı zamanda günümüzle bağlatılarının olup olmadığını sizlere sunuyorum.

Kendilerinden başka kimse Siyonistleri sevmez. Sapkın bir anlayışı din haline getirdiklerinden dolayı. Ancak herkes zekalarını ve gayretlerini takdir eder. Sebat ve sadakatle öylesine bu sapkın davaya hizmet ediyorlar ki; bir avauç adam dünyayı parmağında oynatıyor. Dünyanın birçok yerinde gerçek iktidarlar onlar. Gerçi yıkmak yapmaktan çok kolaydır. Bin usta bir binayı belki bir yılda yapabilir ama bir çocuk dahi bir binayı bir anda yıkabilir. Yaptıkları iş sadece insan kalbindeki ve beynindeki şeytanı açığa çıkarmak. O tahtına oturdu mu, insanı bulabilene aşk olsun...

Kainat açlık ve tokluk dürtülerini kontrol altına alanlar tarafından yönetiliyor. Önce bedeni açlık, sonra kalbi açlık sonra da zihinsel açlık . Oysa nefs denilen duygular – çipi- üç aşamalı bir imtihandan geçip sadece üçüncü de; yani açlık imtihanına dayanamayıp boyun eğmemiş miydi Yoktan Var Edene?! Hal böyle olunca bedeni açlığı doyurma mekanizmalarını ele geçirmekle başlıyor işe şeytansı stratejistler; önce mideyi, sonra kalbi sonra da beyni dolduruyorlar cana can katan bataklık gülleriyle...

Emperyalizmin Truva atlılarına karşı 60’lı yıllar Türkiye petrol mücadelesini araştırırken; konuya kendimce hep bu mistik-felsefik açıdan baktım. Zira dünyadaki oyunlardan ancak en ciddi oyunlardan biriydi bu petrol oyunu. Kim sahip olacak-nasıl sahip olaca; kim işletecek-kimlere rağmen işletecek?.. Tanrısal güç dedikleri paraya bu kara altın üzerinden kim sahip olacak? Sonrası mı Tanrı olmak elbet. İçlerindeki nefis denen mekanizmaya başına gelebilecekleri bilse de bunu isteyebilme yetkisi verilmiş. Ve şimdi onlar Tanrı-lar oldular. Bu derece madde karşısında uşaklaşmış varlıkları karşılarında bulduklarından dolayı da çok da zorlanmadılar..

Ancak birileri hariç; yaptığı iş her ne olursa olsun mesleğini-görevini vatan-milet-namus aşkına “misyon mesleği” haline getirenler de var. İşte Türk Milli Petrol Tarihi sahasında bu misyonu yerine getiren efsane genel müdürle ve aynı zamanda Enerji Eski Bakanı İhsan Topaloğlu’yla 60’lı yıllarda dünyanın bu coğrafyasında oynanan petrol oyununu ve mücadelesini konuştuk; geleceğin Büyük Türkiye’si ve boyunduruğu kıracak ADANMIŞLAR için...
- Türk Petrol tarihinde sizden efsane genel müdürü olarak bahsediliyor... Türkiye petrolleri için bu derece mücadeleye değer mi?..

- Türkiye’nin değil petrolü için bir çalısı için bile bir ömür vermeye değer... Türkiye’de petrol 1940’da MTA tarafından Raman Dağı’nda bulundu. Bu dağlar kilometrelerce uzanan bir petrol rezervine sahiptir. Türkiye’de petrol varlığı Raman Dağı başta olamka üzere diğer bölgelerde de ispatlanınca Türkiye’nin mevcut petrol ihtiyacı da göz önüne alınarak 1954 yılında kabul edilen petrol kanunundan sonra Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı kuruldu. MTA Genel müdürlüğünün ardından 9 Mayıs 1960’da TPAO Genel Müd. Atandım. Petrol aramalarında yabancı sermayeye ihtiyaç olduğu açıklandığında gerekçe olarak söylenen şuydu, aramalar için yeterli paramız yok. Bir de teknik eleman yok.

Bu ciddi bir gerekçe miydi?..

- Teknik eleman ihtiyacı eksikliği doğrudur. 1933’te MTA kurulmadan önce yurtdışına birçok eleman gönderilmişti ancak TPAO kurulduğunda sadece 5 tane petrol mühendisi vardı. Genel Müd. olduğumda ilk tespitim bu oldu ve bunun içinde ilk icraatımız teknik eleman yetiştirmek oldu. Diğeri de kaynak bulmak. İlk olarak yurtdışına jeolog, rafinerici, petrol mühendisi olarak yetiştirmek için elemanlar yolladık. Kaynak yaratmak 1961 yılında amacıylada Petro-Kimya Sanayiini kurduk.Batman İskenderun Boru hattı , TÜPRAŞ rafinerisinin kurulması , İzmir Aliağa rafinerisinin temellerinin atılması hep bu kaynak oluşturulmasıyla faaliyete geçirilmişti. Niyetimiz milli petrol şirketimizi uluslararası sahada en iyi yere getirmek , güçlü bir şirket kurarak petrol meselesini kökünden çözmekti. Tam bu faaliyetleri organize edip meyvelerini almaya başlamıştık ki görevden alındım..

- Rahmetli Prof. Dr. Muammer Aksoy’da sizinle beraber mi görevden alındı...

Muammer Aksoy meselesi şudur. Muammer Aksoy’u ben 1943 yılında ben Züric’de okurken oda doktara yapmaya gelmişti orada tanışştık ve sonra dost olduk. 1959 yılında yapılan anlaşmalarla 1961’de Kalteks’le yapılar anlaşmalarla İPRAŞ Rafinerisi kuruldu yüzde 51’i TPAO’nun yüzde 49’u CARTES’in bunun yanıda ATAŞ Rafinerisi kurulmuştu. ATAŞ’taki ortaklar da Shell, Mobil ve BP yanında CARTEKS’ten oluşuyordu. 1962’de ATAŞ Rafinerisi faaliyete geçtiki İpraş’tan birkaç ay sonra. Bunlar petrol ithal ederek çalışacak rafinerilerdi Halbuki Türkiye Petrollerinin Batman’da bir rafinerisi vardı bu rafineri yerli hammadde kullanıyordu. Bu rafinerinin kapasitesi 500 milyon tondu, o zaman için ülkenin ihtiyacı ise 2.5 milyon tondu. 2 milyonluk bir açık olmasına rağmen yine de çıkarılan mevcut petrolü yabancı şirketler yurtdışına ihraç etmemizi istiyorlardı. Aramızda çıkan bu münakaşalar sonrası ben mevzuyu bilen iyi bir hukukçu aradım. Memlekette bu konuyu bilen hukukçuların çoğu yabancı şirketlerin müşavirleriydi. Tam o günlerde ne yapacağımı düşünürken Muammer Aksoy beni ziyarete geldi. Kendisine mevzu problemleri anlatınca verdiği dosyaları incelemek üzere gitti. Ertesi gün haklı olduğumu söyleyerek bu işi vatan meselesi adlettiğinden ücretsiz yapacağını söyledi. Böylelikle de Muammer Aksoy petrol işine girdi.

- Zamanın enerji Bakanı Fethi Çelikbaş’ın bu milli duruşa tepkisi nerelerden kaynaklanıyordu?..

Az evvel bahsettiğim Batman Rafinerisinin kapasitesinin artırılıp yurtdışına petrol ihraç etmesi istendiğinde mevcut tesislerin bunu kaldıramayıp çalışmaların sekteye uğrayacağını raporlayıp Baknlığa müracaat ettik. Petrol Kanunu’nda bir madde vardı; böyle ihtilaflı durumlarda bakarlık bir komiser seçer, tarafları dinleyip inceleme yapar bakanda o rapora göre karar verir. Neticede bakanlık önce bize daha sonra da yabancı şirketlerden yana tavır alarak onların lehinde karar verdi. Bu kararın iptali için Danıştay’a müracaat ettik... 1963’te malımız satılmıyor diye rafineri duracak hale geldi. İş merhum İnönü’ye intikal etti. İnönü’da rafinerinin ürettiği mallar tüketilmeden yurtdışına ithal edilemeyeceğine karar vererek bu dönem için meseleyi halletti.

- Sizin o dönemde başlattığınız milli petrol politikaları sürdürülseydi Türkiye ne aşamada olurdu?..

Sadece yurtiçinde değil yurtdışında da birçok bölgede hatırı sayılır üretimlerimiz olurdu. Zira bizim amacımız TPAO’yu dünyanın en sayılı petrol arama ve üretme şirketi haline getirmekti ki bunu bir anlamda başarmak üzereydik...

- Yurtdışında dediniz TPİC, TPOC gibi kuruluşlarla bu yapılıyor ancak daha ülkemizin rezervleri ciddi manada araştırılmadan yurtdışına çıkmanın bir hedef saptırma olduğu şeklinde ciddi tesbitlerimiz var...

Türkiye’de cepler halinde halen daha bulunabilir ancak Kerkük yatakları gibi bir petrol çıkacağını sanmıyorum, tabi o günkü teknik imkanlarla söylüyorum...

- Tabii sizin zamanınızda sadece oldukça masraflı olan sondaj denilen delme çalışmalarıyla petrol aranabiliyordu. Oysa günümüzde uydular vasıtasıyla radyoskopik optikgözlerle yerin altı denizin altı gibi rahatlıkla görülebiliyor. Ayrıca Shell’in Türkiye’de 20 yıl genel Müd. Yapan Anthony Hage, „Petrol işiyle uğraşan hekes bilirki Türkiye 5000-6000 metre derinlikte bir petrol denizinin üzerinde oturuyor...“

O zamanlar ortalama olarak 3 bin metrelere kadar inebiliyorduk. Haliyle 5000 metreye kadar inebilmeye bizde istiyorduk. Burada size katılıyorum Türkiye’nin jeolojik haritasından dolayı yerin 5 bin 6 bin derinliğine kadar inilmesi gerekir. Tabii Arabistan’ın jeolojik yapısı gibi biz ona şilt gibi diyoruz değildir...

- Bir profesör Türkiye’nin yeraltı yapısı adete sıkılmış bir çamaşır gibidir şeklinde bir benzetme yapıyor...

Bakla düğümü gibi kesik kesiktir. Cepler teşikkül etmiş bazı petroller aşınıp gitmiş. Yani Arabistan’daki petrol tabakaları Türkiye’de yok. Haliyle sizin de söylediğiniz gibi daha derinlerde aramak gerekir. Tabii bu kadar derinlerde bir iki sondaj yapıldı ama kafi gelmedi.

- Halihazırda Türkiye’nin 1 tane 6 bin, 4-5 tanede 5 bin metre civarında kuyusu var, oysa bu rakam ABD, Rusya hatta Tayvan gibi ülkelerde yüzleri buluyor... Hatta Brejnev dahi bir ara Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a Türkiye’nin 5-6 bin metre derinliklerinde petrol tesbit ettiklerini istersek beraber çıkarabileceklerini teklif etmiş...

Tabiki şimdiki imkanlarla yapılamayacak işler yok gibi. Türkiye Petrolleri temelini attığımız çalışmaları devam ettirseydi bugün bunları 40 sene sonra konuşmuyor olacaktık. Türkiye’nin milli tarihiden 40 seneyi almanın vehametini bunun halka yansımalarını gereke ekonomik gerekse eğitim olarak düşünmek bile bir facia!.. Bugün sadece Türkiye’nin içinde ki petrolü konuşmak biryana biz yardımcım Özer Derbil Bey’le beraber İran’ın Azerbaycan sahasında bize petrol kuyuları açma imkanı verirler mi diye. Yani daha o zamandan değilTürkiye yurtdışın dahi sayılı birpetrol şirketi olma planlarımız ve teşebbüslerimiz vardı. Güçlü bir şirket olduğunruz zaman içerde ve dışarda istediğimiz aramayı yapabilirdik. Ama maalesef büyük bir Holdig haline gelecek Türkiye petrollerini dağıttı.

- İGDAŞ, ATAŞ, İPRAŞ gibi kurumlarla birbirinden tutarsız ve ehilsiz kadrolarla milli petrol merkezleri sadece memurin vazifelerin yürütüldüğü yerler hale getirildi...

Evet maalesef buralar sadece akaryakıt dağıtan yerler olarak hizmet ediyor...

- Ben burada meseleyi en başına çekeceğim. Bu 1954’de Amerikalılar tarafından Türkiye’ye sokuşturulan Petrol Kanunundan bahsetmenizi isteyeceğim...

1952’de Demokrat Parti zamanında alınan bir karar neticesinde yabancı şirketlere istedikleri imkanı vermek maksadıyla 1954 yılında ilan edilen bir kanundur. B ukanun çıkarılırken Maksbell adında bir hukukçu bulundu o hukukçunun tertiplediği bir kanundu bu. İlk tasarısı bizim açımızdan o kadar ağırdır ki hemen hemen her karar Türkiye’nin aleyhinedir. En ufak bir ihtilafta dahi Türkiye’nin elini kolunu bağlayacak yasalar mevcuttu. Biz bunun bir kısmını bertaraf edebildik.

- Bu kanunun akabinde sanki bir başka ülkenin topraklarında ortaklık kurulmuiş gibi Sivas ve Erzurum Bölgelerinde niye arama yapamadık?..

Beşinci ve altıncı bölgeler. Urfa ve Antep bölgesinde mesela arama yapamazdık. Memleket bölgelere ayrılarak sadece bu kanundan önce petrol bulunan (Batman gibi) bölgeler aramaya açıldı. Hatta bizim Batman sahalarımızın dahi etrafını Mobil adeta çember altına almıştı.

- Erzurum ve Sivas Bölgelerine yani beşinci ve altıncı bölgelere niye giremedik.


Burası 4. bölgeydi, buraları yedek tuttular o zaman tamamen açmadılar. Petrol bulunursa oralar daha da kıymetleneceğinden planlama yapmadan buralarda petrol arama faaliyetlerine girilemedi.

- Burada bir kez daha ısrar edecem. Yolda taksisine bindiğiniz şoför daha önce Amerikalı şirketlerle petrol aramış, bir süre sonra kuyu kapatıldığından işsiz kalmış. İnşaatçı birisi babadan kalma madenini mevzuattan dolayı kapatmak zorunda kalmış kısaca nalburundan-akademisyenine kadar herkes bu topraklarda petrolün üzerinin niye kapatıldığını biliyor ancak müdhil olamıyor...

Mesele şu petrol aramaları petrol dairesi ekiphleri tarafından kontrol edilir. Petrol Mühendisi veya teknikeri böllgeye gider raporunu verir, ancak bunu gerçekleştiremediler. Mesele Batı Raman Petrolünü biz 1961 yılında keşfettik. Batı Raman’ın Doğu’su bizde Batı’sı Mobil tarafından sondajlandı. Daha sonra 12 gırabiteli ağır petrol haliyle ekonomik değil diye işletmek istemediler. Onlar daha çok bol karlı rezervlere ilgi duyuyorlar. Burada bazı yerlerin üzeri kapatılırken bazılarının da kendilerine göre çok karlı olmamasından dolayıda işletilmediği de oluyor. Ancak şunu itiraf etmek gerekir ki, bu şirketleri kontrol edemiyorduk, söylenenler ne derece gerçek bugunkü imkanlarla çok daha iyi anlaşılabilir...

- Elimizde yok dedikleri yerlerle ilgili dökümanlar ve fotoğraflar var. Ayrıca gazetelere televizyonlara yansımış binlerce haber de var. En önemlisi bu bölgelere uzman ve gazetecilerle gidilip mesele yerinde araştırılmıyor. Devlet televizyonları verdiğimiz tekliflere dahi kaale almıyorlar. Isparta Eğirdir’de 63 yıldır bu konuda aşındırmamış kapı bırakmamış Özhan Yiğitbaşı adında bir adamcağız vardı...

Bu sahalarla ilgili birkaç yıl evvel bir dostum beni arayıp bu konuda müsbet bir durumdan bahsetti hatta Batı’da İzmir Bölgesi’nde ciddi bir bölge var dedi, ancak bir daha arkası gelmedi, haliyle bilemiyorum kendi zamanımdan bu yana o kadar yıl geçti ki son gelişmelerden haberim yok...

- Her halinizden ciddi bir küskünlük yaşadığınız belli oluyor. Niye sizinle başlayan milli petrol politikasına hükümetler bir türlü destek vermedi -sanki bu konulara bulaşmayacaklarına yemin vermiş de iktidar olabilmişle gibi (!)- benim asıl öğrenmek istediğim mevzuu bu...

Benim bulunduğum dönemde İsmet Paşa gibi bir devlet adamı vardı. O devlet adamı olmasaydı kendi hükümetinde dahi beni daha 1963 yılında Enerji Bakanı Fethi Çelikbaş görevden alacaktı.

- TPAO’nun başında kaç yıl görev yapabildiniz...
9 mayıs 1960’dan, 25 Aralık 1965’e kadar. 5 yıl 8 ay.
- Sizi görevden alan AP hükümeti oldu...
EVET...
- Akabinde neler oldu?
1966’da Milletvekili olarak seçildim. Mücadelemi meclis çatısı altında sürdürdüm. Halk Partisi adına bu konuyla ilgili olarak 7 defa görüşme yaptım. Tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz gibi petrollerimizün de çok önemli milli değerler olduğunu ve devletin kontrolünde değerlendirmeleri gerektiğini anlatmaya çalıştım. Daha siyaset oyunlarıyla da siyaset dışında kaldık. Muammer Aksoy’la birlikte çok mücadeleler verdik ama büyük şirketler galip geldi. Bu arada bir hatıramı anlatayım. Biz bu mücadeleleri verdiğimiz sırada Amerikan büyükelçiliğinin bir kokteyline davet ediliyoruz. Burada Amerika’nın petrol politikaları takip eden iki adamdan biri olan zat, beni görünce Mösye Rockefeller’de gelmiş dedi. Ben de bunun üzerine Hayır rockefeller değil ama Enrico Mete diyebirsin dedim. Bunu şunun için söyledim bu adam İtalya’da AGİP denen dağıtım şirketini özelleştirmek amacıyla getiriyorlar fakat bu kararın milli olmadığını görüyor ENİ adlı bir şirket kuruyor. ENİ o meşhur 7 Kızkardeş denen petrol şirketleri kadar büyük bir şirket haline geliyor. Maalesef bu adam daha sonra bir uçak kazasında ölüyor.
- Bu meçhul ölümleri Türkiye’den de pek iyi biliyoruz...
Petrol tarihine bakarsanız İskoçya’da bir toplantı oluyor. İngilizce okunduğu gibi söylüyorum bu anlaşmanın adı AŞNAKARİ anlaşmasıdır. Biliyor musunuz bu toplantıyı...
- Henüz değil...
-Bu toplantıda alınan kararlarla dünya petrol sahalarınıo ülke ricalini olduğu gibi halklarını da hiçe sayarak aralarında paylaşırlar. Toplantınan net ve kesin şu karar çıkar ve tatbik edilir; milli şirketler kesinlikle yaşatılmayacak.Eğer güçleri yetmezse dağıtmaya bu defa ortak olunacak.Bu paylaşımın bize düşen taksimatı gereği uzun yıllar Türkiye’ye BP, SHEL, MOBİL (O zamanki adı STANDART OİL COMPANY) dışında petrol şirketi gelmez. Avrupayı’da böyle aralarında paylaşmışlardır. Ayrıca bu anlaşmada o kadar enterasan bir madde vardır ki, eğer bu şirketlerden biri zarar ederse bu şirketin zararı hemen karşılanıp ayakta kalması sağlanacaktır.
- Şimdi burada mütthiş bir madde var. Milli şirketler yaşatılmayacak, başarılamazsa ortak olunarak kontrol altına alınıp dağıtılacak veya atıl duruma getirilecek vs. Peki bunu da yapamadıklarına milli düşüncenin aksinde ihtilaller mi yapılacak?.. İran’da Musaddık rejimini yıktıkları gibi.
-İran’da Musaddık rejimi yıkıldı, Güney Amerika’da darbe üstüne darbe oldu.
- Türkiye’de Prof. Dr. Muammer Aksoy, Raif Karadağ, Altan Duransoy gibi bu meseleyi gündeme getiren insanlarda halkın bilmediği ancak “ciddi kaynakların” bildiği suikastlere kurban gitti...
-Bu konuda her türlü faaliyeti göstermişlerdir. Bu konuda İran en güzel örnektir...
- Haliyle sizin görevden alınmanızı da -bir takım işbirlikçilerle (!)- onlar yaptılar...
-Beni kolay hallettiler. Adalet Partisi’nin hükümete gelmesiyle 5 genel Müdür’de görevden alındı.
- Konuyu tekrar ABD menşeli 1954’teki Petrol Yasasına getereceğim. Ruhsat mevzusunda da ciddi bir –kazık- yemişiz. Petrol bulunan bölgelerde 8 Ruhsatın dışında ruhsat alamıyorduk..
-Onlarda alamıyorlardı ama minareyi çalan kılıfına uydurmayı tabi ki düşünmüştü. Başka şirketmiş gibi yan şirketler kurarak ruhsat sayılarını artırıyorlardı. Oysa biz bu sahada tekiz, tek olduğumuz gibi herşeyimiz açık.
- Bir de şöyle bir hinlikleri var. Ruhsatı alırken şart olan 2 yıllık süre içersinde arama miadının dolmasına yakın ruhsatlarını bir başka şirkete (aslında yan kuruluşlarına) devrettikleri. Böylelikle de bu yerleri sürekli olarak bu günde konuştuğumuz gibi sürekli atıl bırakıyorlar. Var mıydı yok muydu muhabbeti de buradan kaynaklanıyor...
-Bu doğrudur, yapılabiliniyor...
- Hatta gecikme olduğunda cezanın 40 dolar gibi çocuklara verilen bir harçlık miktarı olduğundan bahsediliyor?..
Şu anda bu durumu bilemiyorum..
- Sizin döneminizde en son kaç metreye kadar inmiştiniz...
5000 bine kadar indiğimiz kuyu vardı. Hazro bölgesinde.
- Özellikle Mardin’deki Kireç taşlarının, Doğu Anadolu’daki bazaltların altına niye hiç girilmedi? Bilinen bir çok ayrıntı var. Buna rağmen niye UYUTULUYORUZ?!
Ben hiç uyumadım...
- (Gülüşmeler) Hocam o yüzden yanınızdayım. Uykudakiler kalktıkları zaman onlarla da görüşmek isterim...
Efendim sondaj makinalarını artırdık buna rağmen sondaj giderlerini azalttık Örneğin bir kuyu tesbit edildiğinde oraya sondaj makinalarının kurulması dahi bir ayı bulurdu. Biz bunu bir haftaya düşürmüştük. Yurtdışına eğitilmeleri için 45 tane birbirinden değerli gençler gönderdik. Bu gençler o kadar idealistiler ki birbirlerini denetlerdiler. Bu gün o gençleri araştırın bakalım kaçı yetiştirdikleri sahalarda TPAO için çalışabiliyor...

- Bakanlığınız zamanında ilk icraatınız ne oldu?.. - Bir ara Adıyaman Bölgesinde petrol bulundu. Fakat nedense burada bir çalışma yapmak yerine İskenderun Körfezinde denizde yapıldı. Oysa petrol bulununca oraya hücum edilir. Beni bakan yaptıklarında ilk işim o Adıyamandaki petrol sahasını yeniden tesbit etmek oldu. Son yıllarda en çok petrol o bölgeden çıkarıldı. Bakan olmadan evvel Başbakan Nihat Erim’e kelime kelime yazdırarak ilk icraatımın Türkiye’nin petrollerinin millileştirilmesi olacağını bu konuda adeta bir seferberlik başlatacağımı söyledim. Ancak 6 aydan sonra bu sözlerde sapma oldu ve yavaş yavaş gevşemeye başladılar. Neticede üzülerek de olsa istifa ettim. Diğer taraftan bizi oraya getiren kumandanlarda yavaş yavaş çekilmeye başlayınca iyice sahipsiz kaldım ve çekilmekten başka çare kalmadı.

Yazan: TOLES
˙Her Hakkım Saklıdır®™